Ryuichi Sakamoto: Opus
Moda Caddesi’nden Saint Joseph Lisesi’nin oraya bağlanıyorum. Lisenin önünden aşağıya, Yoğurtçu Parkı’na doğru yürüyorum. Hava kapalı ama pek soğuk değil. Yağmur yağdı, yerler ıslak. Arada bir çiseliyor. Martılar yerde geziniyorlar. Kediler martılara ürkekçe bakıyor. Hafta içi. Öğleden önce. Sokaklar sessiz. Birkaç yaşlı mahalleli. Aklımda bir melodi. Merry Christmas, Mr. Lawrence. Buralardaki bütün yürüyüşlerim tek bir yürüyüş olarak soyutlaşıyor bu melodide. Sonra söz giriyor bir anda. Buğulu bir ses. Parça Forbidden Colours versiyonuyla zihnimde baştan başlamış. David Sylvian’ı duyuyorum. Yoğurtçu Parkı’na inmeden Sinematek’e varıyorum. O melodinin yaratıcısı Ryuichi Sakamoto’nun ölmeden önceki son performansının filmini izleyeceğim.
1952’de, edebiyat editörü bir baba ve şapka tasarımcısı bir annenin tek çocuğu olarak doğuyor Sakamoto. Tokyo Sanat Üniversitesi’nde okurken müzikle uğraşmaya başlıyor. Farklı elektronik aletler ve sesler ile deneyler yapıyor. Yetmişlerin sonunda, Japon Kraftwerk’i olarak da anılan YMO (Yellow Magic Orchestra) isimli üç kişilik electropop grubuyla hızlıca yıldızlaşıyor Japonya’da. Paparazziler, hayranlar etrafını sarıyor. Grubun ünü ve müzikal etkisi ülke sınırlarını hemen aşıyor ve YMO birçok müzisyene ilham kaynağı oluyor. Sakamoto’nun YMO için bestelediği Behind the Mask, Michael Jackson ve Eric Clapton tarafından yorumlanıyor.
YMO ile eşzamanlı olarak solo kariyerine de atılan Sakamoto, Thousand Knives isimli ilk albümünü çıkarıyor. Robotik ve organik, modern ve geleneksel, doğu ve batı gibi ikiliklerin bir araya gelişinde ruhunu buluyor albüm. Eski ve uhrevi bir Japon ezgisi, synthesizer tarafından bir elektronik eğlenceye dönüşüyor. Bu özellikler Sakamoto’nun diskografisinde zaman zaman güçlenip zayıflayacak. İkiliklerin bir tarafına daha çok eğildiği albümler olurken, bir yandan bu ikilikleri bozan bambaşka bir sound ve üçüncü yolları imleyen hisler yaratacak.

İkinci solo albümü B-2 Unit müziğin elektronik ve dans tarafına daha çok eğilen, eğilmekle kalmayıp türü tanımlayan bir albüm oluyor. Riot In Lagos parçası elektronik ve hip hop müziğinin geleceğini ve aşağı yukarı nasıl duyulacağını daha 1980 yılından belirliyor -ya da öngörüyor. Parça The Guardian tarafından dans müziğinin 50 olayından biri olarak değerlendirilmiş. Bu retrospektif fark edişlerin anlam ve önemini Sakamoto’nun Left Handed Dream, Neo Geo, Beauty, Sweet Revenge gibi albümleriyle birlikte iyice özümsüyoruz ve elektronik-ve-türevleri müziğin nasıl bir yolda ilerlediğini görebiliyoruz. Bugün neredeyse bütün ‘müzik’ elektronik müzik.
Sakamoto, 1983 yılında Merry Christmas, Mr. Lawrence filminde David Bowie ile birlikte oyunculuğunu da sergiledi, filmin müziklerini de yaptı ve hayatı bu şekilde kim bilir kaçıncı kez değişti. İngiliz yeni romantiği David Sylvian ile filmin ana tema müziği olan melodiyi Forbidden Colours ismiyle yeniden yaptılar. O parçayı ilk defa, İngiliz ergen draması -müthiş bir diziydi- Skins’te duymuştum. Dizinin havasına o kadar uyuyordu ki parçanın çaldığı sahneyi unutmuş olsam da melodiyi her duyduğumda tüm dizi bir hisse dönüşüp zihnimi ele geçiriyor. Hatta şimdi şüpheleniyorum. Belki bu parça dizide yoktu bile ama zihnim parçayı diziye, diziyi de parçaya bir şekilde yerleştirdi. Hatırlayamıyorum.

Ryuichi Sakamoto yıllar geçtikçe solo albümleri ve film müzikleriyle ‘batı kültürü’nün mütevazı öncülerinden biri oluyor. Mütevazı, çünkü sessiz-sakinliği genç yaşta edinmiş ve yaşam tarzı onu medyatik ve görünür biri olmaktan kurtarmış. YMO zamanındaki yıldızlığından soyunmak solo kariyerinin ilk kazanımlarından biri olmuş. Ted Gioia’nın Music: A Subversive History kitabında anlattığı gibi; bir müzikal dönüştürücü ve öncünün, toplumun uçlarında iken bir anda düzenin orta yerine yerleşmesinin farklı bir örneği Sakamoto. Brian Eno ya da John Lennon gibi, hak ettiğine inandığı yere oturduktan sonra kendini tekrar etmedi ve aslında bu düzen ve piyasayla pek de ilgilenmedi. Kitle ve gösteri diye şeyler yokmuş gibi davrandı neredeyse.
Sakamoto, güncel batı kültürünün hem vulger hem de sanatsal kısımlarının yaratıcılarından biri bile denebilir. Onu en başta dışarıdan -Japonya’dan- etkileyip sonrasında ortasına oturanlardan. Belli bir zamana kadar batı kültürü ‘doğu’yu ya da ‘dışarı’yı hep egzotik bir ürün olarak gördü ve onun etinden sütünden faydalandı. Sakamoto ve benzerleri ise bu durumun sonunun geldiğinin, batı kültürünün yeni seslere ve renklere bu sefer organik şekilde ihtiyacı olduğunun geç habercileriydi.
Sakamoto, yaşamının sonlarına doğru film festivallerine jüri üyeliği teklifleri aldı. Venedik Bienali’nde Japonya pavyonunda sanatçı olarak bulundu. Bernardo Bertolucci’nin The Last Emperor filmine yaptığı müzikle Oscar ve Grammy’i, yine Bertolucci’nin The Sheltering Sky filmine yaptığı müzikle de Altın Küre’yi kazandı. 2009’da Fransa Kültür Bakanlığı’ndan Sanat ve Edebiyat Nişanı’nı aldı. Deneyleriyle başladığı müzikal yolculuğunu camiasının en parlak noktalarından birine ulaşarak devam ettirdiyse de belli ki rahat battı. Düzenin sindirim sistemine ve piyasanın zincirlerine boyun eğmedi. Her seferinde ne istiyorsa onu yaptı.
Müzikte, sanatta, edebiyatta, sinemada ve benzeri alanlarda her devrim bir kontrol noktası -checkpoint- gibi işliyor. O kontrol noktası oluşturulduğu andan itibaren ondan ileri ya da geri gidenler oluyor. Yeni devrimler yapıp yeni kontrol noktaları oluşturanlar, oluşturduğu kontrol noktasında takılıp kalanlar ve bir de Sakamoto gibi kendi kontrol noktalarını her seferinde aşanlar oluyor. Sakamoto’nun benzerinin çok az olmasının bir sebebi de bu. Elektronik müzik alanındaki ilk mütevazı devrimini yaptıktan sonra tahtına kurulmadı. Devam etti. Kendini sürekli yeniledi ve piyasayı peşinden sürükledi.
Onun ilk ve orta dönemlerini -yetmişlerin sonu ile doksanların başı arası- dinleyince hissettiklerim az çok belli. Yeni yeni genişlemeye başlayan şehrin biraz çeperinde oluşmaya başlamış, mutenalaşmakta olan bir semtin bir süpermarketindeki etrafı sahte bitkiler ve yeşilliklerle donatılmış doğal ürünler bölümü gibi. Yeni ve oturmamışın içindeki yapay doğallık ya da doğal yapaylık. Gündelik yaşamlarımızda arayageldiğimiz, içinde nefes aldığımız metrekarelik doğa parçaları. Hapishaneyi andıran koca bir iş merkezinin yanındaki ağaçlarla kaplı bir yürüme yolu. Alışveriş merkezi estetiği ve yangın merdivenleri. Bütün o ‘zombi’lerin içinde bir tek sen bilirsin oranın ve onların bokluğunu. Bu yalnızlığın biraz da “çıkacağım-buradan” rahatlığından keyif alırsın. Liminal space denen o fazlalık-boşlukta yüzeysel bir haz. Palyatif bir durgunluk. Herkes evine çekiliyor. Sen oradasın. Orada olmayı normalde istemeyen bir sen varsın ama şu an oradasın ve tam da bu yüzden orası senin ait olmadığın her şey. Orası sana ait olmayan tüm şey. Varlık ve hiçlik. Boşlukta zaman.
Bu yetmişler ve doksanlar arasında başlayıp biten -?- post-endüstriyel çağa ayak uyduramama romantikliğiydi. Şimdi başka kılıflarla revaçta ve bir ihtiyaç halini aldı, haklı da. O sularda dolaşan bütün müzisyenler sonra o suları bir bir terk ettiler. Zorunda kaldılar. Ağır geldi o boşluk. Yeni anlamlar yaratma ihtiyacı hasıl oldu yoksa işin sonu ‘hiç mi hiçine’ idi. Nihilizm içinden çıkılınca güzel. Bundan yol alarak gerçeklikte rüyalar yaratmaya başlayanlar oldu. Gerçekliğin içine iyice gömülüp dünyevi hazzın müziğini yapanlar oldu. Sakamoto gibi önce minimal, sonra masalsı ve sonra da ikisinin karışımı dünyalara açılanlar oldu. O dönem müziğin en güncel beşiklerinden biriydi. Oradan doğanlar önce uyudular sonra büyüdüler. Ölmeye bile başladılar.

Sakamoto, Iggy Pop, Youssou N’Dour, David Sylvian, Alva Noto, Christian Fennesz, Jacques ve Paula Morelenbaum çifti gibi müzisyenlerle iş birlikleri yaptı ve bu iş birliklerinden ortaya dünya -küresel- müziğinin en ilginç örneklerinden bazıları çıkmış oldu. Etnomüzikolojiye de ilgisi olan Sakamoto alanın teorisine rağmen müziğin evrensel bir dil olduğunu göstermeye çalıştı -ya da müziği evrensel bir dil olarak kendince evriltmeye. Etnomüzikoloji müziğe etnik, kültürel ve sosyal ayrımlar ve süreçlerle yaklaşırken Sakamoto bu yaklaşımdan alacağını alıp müziğin evrenselliğine yöneldi ve bunu bir çaba olarak değil de içten gelen bir şey olarak yaptı. Bir yanda Afrika esintili Diabaram parçası ve sonra o uhrevi Elephantism albümü, diğer yanda Morelenbaum çiftiyle yaptığı Antonio Carlos Jobim şarkı kitabı projesi, bir yanda eski bestelerini piyanoda meditatifleştirmesi, diğer yanda ambient işleri. Hepsinde kendi yaklaşımının dünyacıl ve insancıllığını görünür kıldı ve böylece baktığı ve duyduğu farklı kültürleri kendi üretimleriyle sanki evrenselleştirdi.

Seksenler ve doksanlardaki biraz melodik döneminden sonra, atonalitede de biraz gezinen Derrida -belgesele soundtrack- ve Cendre gibi albümler yaptı. Sonra hem eski bestelerine dönüp onları baştan yorumlayıp birer klasik müzik yapıtına dönüştürdü, hem de yeni ve çok ilginç melodiler yarattı. Geçirdiği boğaz kanserinden sonra 2017’de atmosferik ve ölüm duygularıyla örülü yoğun async albümünü yaptı. Bu albümün ilk parçası olan andata’yı kendi cenaze müziği olarak bestelediğini iddia edebilirim ama kanıtlayamam -ki andata İtalyanca’da gitmek fiilinin geçmiş zaman çekimiymiş. Piyano solo ile başlayıp kilise orgu ile devam eden, elektronik cızırtıların eşlik ettiği ve atmosferik rüzgarlarla biten tuhaf bir cenaze müziği. Bir tür füg.
Ryuchi Sakamoto, sürükleyicilik inşa etme gücünü film bestelerinde kullanırken daha deneysel ve minimal işlerini kendine saklıyor. Joe Hisaishi müziğine benzeyen bir Miyazaki evreni masalsılığını da çağrıştırıyor zaman zaman. Onu ilk hakkını vererek dinleyişim Best of Playing the Orchestra albümüyleydi. Ardından Playing the Piano ile tanıştım. Bu albümlerde eski bestelerini de klasik müzik formunda ve enstrümanlarıyla performe ediyordu. Olgunluk döneminin işleriydi. Dolayısıyla benim aklıma kazınan Ryuichi Sakamoto bir güncel klasik müzik bestecisi ve piyanistiydi. Diskografisine daldığımda bu kişiliğine sonradan büründüğünü gördüm. Olgunluk döneminden önceki vulger ile sanatsalın arasında olduğu söylenebilecek işlerini, yaşamının son yıllarında metamorfoza uğratarak sanatlaştırdığı albümleriyle tanıdım onu yani. Bu metamorfozu bestelerini yeniden yorumlayarak gerçekleştirmişti sadece.

Hakkında araştırma yaparken New York Times’da bir yazıya rastladım. ‘Poorly-soundtracked’ yani kötü müziklendirilmiş restoranlarda yemek yemeyi reddediyormuş. İstanbul’da gidebileceği restoran sayısı böylece üçe beşe düşüyor. Her semtte şubesi olan, yemeğe dair hiçbir şeyden anlamayan ve yeni yeni beyazlaşmaya başlayan türklerin -yakası beyaz diye kendini de beyaz sanan türklerin ve onların evlatlarının- buluşma noktası olan vasat restoran zincirlerinde de, gösterişli, lüks ve pahalı bir restoranda da, çeşitli rehberlerin listelerinde sıralanan mekanlarda da o aynı telifsiz bossanova’msı rezillikler çalıyor çünkü.
Bağdat Caddesi’nde bir hamburgercide yarı zamanlı garson olarak çalışmıştım. Yöneticisi değişmeden önce bangır bangır tekno çalıyordu. Değiştikten sonra o hepsi aynı robot tarafından üretilmiş hissi veren bossanova’msı cover’lı parçalardan oluşan o playlist aramıza katıldı. Bu hamburgerci şu an akla ilk değil de ikinci gelen restoran rehberine dahil edildi. Şefi de gayet bilinen, yeterli aramayla bulunabilecek bir şahsiyet. Donuk patatesleri, kendimiz mutfakta taze yapıyormuşuz gibi satmamızı tembihleyen yalancı ve sahtekar bir adamdı. Gayet de megalomandı. Eski pavyoncuymuş, ayıla bayıla anlatıyordu. Kroydu işte. Ülkemizde estetik ve soyut zevkler hala çok az insanın yetkin olduğu bir alan. Çok başarılı olduğunu sanan bir restorancı, bir otelci mekanında çalan müzikten, lobisinde duran vazolar ve çiçeklerden, doğru koku dozundan, aydınlatmadan falan anlamıyorsa gülünç oluyor. Ya da kahveye 250 lira verdiğimiz o kahveci-tatlıcıda çalan son ses house müzik mesela. Nedir bu yersizliğin, zevksizliğin ve düşüncesizliğin kaynağı?

“The light is pretty bright here,” Ms. Sora said. “The color of the wall, the texture of the furniture, the setting of the room, wasn’t good for enjoying music with darker tones, to end your night. I think it depends not just on the food or the hour of the day, but the atmosphere, the color, the decoration.” Bunlar Sakamoto’nun eşi Norika Sora’nın sözleri. NYC’de Murray Hill’daki The Kajitsu restoranına sürekli gidiyorlarmış. Bir gün çalan müzikten gına gelmiş, şefe mail atmış ve mekanın müziğini ayarlayabileceğini söylemiş. Bunun üzerine bir playlist hazırlamış. New York Times’daki yazı da, yazarının bu playlisti Sakamoto’nun kendisinden hikayesiyle birlikte öğrenip aynısını hazırlamasının hikayesi.
Ryuchi Sakamoto boğaz kanserini atlattıktan birkaç yıl sonra bağırsak kanserine yakalanıyor ve 2022’de bunun tedavi edilemez olduğunu açıklıyor. Bu haberi aldıktan sonra ölümü beklerken 12 ismini verdiği ve son işi olduğunu bildiği albümü yapıyor. Ölmekte olduğunu bilmesinin duygusal yükü var albümde. Neredeyse kabullenmiş. Biraz kaygılı da. Sanki dengelenmeye çalışıyor. Barışmaya. Korkuyor. Acı çekiyor. Daha önce yaptığı her şeyi geride bırakıp sadece piyano ve synth ile kendi kendine çalıyor. Çok az çalıyor, çok az basıyor tuşlara ama çok şey hissedip hissettiriyor. Minimalin anlamını öğretiyor.

Kendi kentimi yaşarken hayatımın fon müziği, biraz da, onun çoğunlukla yaşamının sonlarında yaptığı parçalardı. Şahsi İstanbul’umu onlarla da yaşıyorum ve yürüyorum. Yaşayıp gördüğüm şehirden onunla başka anlamlar çıkarıyorum. Farklı görmemi sağlıyor şehri. Çünkü hayatıma soundtrack olma niteliğinde ve hayatımın geçtiği mekanları onları hatırlamak istediğim şekilde hatırlatıyor. Moda’dan Yoğurtçu’ya yürüyorum. Çiseliyor. Martılar, kediler. Yaşlılar. Hafta içi öğleden önce. Mahalle sakin. Aklımda o melodi. Bütün yürüyüşlerim. Şehrim. Hafızam. Filmden sonra kendimi Kalamış’a atacağım. Oradan devam edeceğim yürümeye. Anneannemle yaptığımız yürüyüşleri, Kalamış İş Bankası Lokali’ndeki öğleden sonra kahvesini, Özgürlük Parkı’ndaki oynayışlarımı, babam askerdeyken annemle Ziverbey’deki evimizden Kızıltoprak’a inişlerimizi hatırlayacağım. Aklımda anılarla Bostancı’ya kadar yürüyeceğim. Belki J Burger’de yerim. Oradan devam ederim. Caddeye çıkmadan aşağıdan yürürüm. Sahile ulaşıp adalara bakarım biraz. Ama önce Sinematek’e geldim. Filme girdim. Oğlu Neo Sora çekmiş filmi. Adı Opus. Yani yapıt. Parçalarından birinin de adı. Film boyunca ara sıra durmak zorunda kalıyor. Acı çekiyor ama çalmayı bırakmıyor. Filmin sonunda Opus’u çalıyor. Ölmekte olduğunu biliyor. Veda ediyor.
Referanslar ve ek okuma önerileri:
■ Turgay Kantürk’ün inceleme yazısı. Seslerle İyileşmek: Ryuichi Sakamoto – 12 (Milan Records 2023)
■ Mert Çakırcalı’nın Dark Blue Notes’daki diğer yazıları
■ Dark Blue Notes”da Portreler
■ Ryuichi Sakamoto resmi web sitesi
■ Ryuichi Sakamoto records Riot In Lagos
■ Ryuichi Sakamoto – The Sound of a Borderless World
■ Annoyed by Restaurant Playlists, a Master Musician Made His Own
■ The Beautiful, Unpredictable Life of Ryuichi Sakamoto
■ Ryuichi Sakamoto: the avant gardist who became a groundbreaking pop star
■ Ryuichi Sakamoto’s great regret about David Bowie