Miron Rafajlovic ile Röportaj
Saraybosna’da doğumlu Miron Rafajloviç, iç savaş sırasında ailesiyle birlikte Kanada’ya göç etmek zorunda kalmış. Caz eğitimini tamamladıktan sonra Cirque du Soleil’e katılarak 8 yıl boyunca dünyayı gezmiş ve sonunda hayatına İspanya’da devam etme kararı almış. Miron Rafajlovic (ilk albümünün adından da anlaşılacağı gibi) gerçek bir ozan ve yaşadığı her ülkenin kültürünü müziğine katma becerisini gösteriyor. 10 Aralık’ta CSO Ada Ankara’da vereceği konserden hemen önce kendisiyle hayat ve müzik hakkında konuşma fırsatı bulduk.
Sirk müziğinin soundunuzda ve hayatınızda nasıl bir etkisi oldu?
Aslında bu, hayatımı yaptığım müzikten daha yoğun bir şekilde etkiledi. Dünyanın dört bir yanından gelen bir ekip ve kadroyla birlikte böylesine büyük bir gezici prodüksiyonun parçası olmak inanılmaz bir deneyimdi. Cirque du Soleil bünyesinde müzisyenlik yaptığım yaklaşık 8 yıl boyunca Japonya’nın yanı sıra tüm Avrupa ve Kuzey Amerika’yı gezdim ve orada yaşadım. Sık sık seyahat edenler bilirler ki daha önce hiç gitmediğiniz yerlerin gelenek, kültür, yemek ve müziklerini deneyimlemek gibisi yoktur. İşte bu hissiyatı parayla satın alamazsınız. Üstelik işim seyahat etmek ve canlı müzik yapmaktı. Başladığım zaman henüz 25 yaşında olduğum için, bu rüyalarımdaki işti diyebilirim.
Bestelerinizde ve genel anlamda müziğinizde Cirque du Soleil’in izlerini duymak mümkün mü?
Öyle olduğunu zannetmiyorum. Bana kalırsa o yıllarda gerçekleştirdiğim seyahatler ve deneyimlediklerim müziğimi etkiledi. Birçok detayın müzikle senkronize edildiği ve ışıklandırma, teçhizat, koreografi, akrobasi ve müziğin böylesine büyük bir şovu ortaya koymak için haftada 10 kez her seferinde kusursuz bir şekilde bir araya gelmesini gerektiren canlı bir şovda müzisyen olmaktan kesinlikle çok şey öğrendiğimi söyleyebilirim. Bestelediğim müzik ile bir sirk gösterisi müziği birbirinden oldukça farklı iki amaca hizmet ediyor.
Ülkeyi terk ettiğinizde kaç yaşındaydınız ve o dönemin koşullarına dair ne hatırlıyorsunuz? Yugoslavya hayaline ne oldu sizce?
Maalesef neler yaşandığını hepimiz biliyoruz. Etnisite ve din gibi hayali farklılıklara sahip insanlar arasında gerçekleşen çirkin ve gereksiz bir çatışmaydı. 1992’de Saraybosna’da savaş başladığında 11 yaşındaydım. Savaşın ilk 3 yılını Adriyatik kıyısındaki Hırvatistan’da bir adada, annemin doğduğu küçük bir köyde geçirdim. Trompeti aslında ilk olarak orada çalmaya başladım.
Caz müziğe geçiş süreciniz nasıl gerçekleşti? Bize ilk ilham kaynaklarınızdan bahsedebilir misiniz?
Neticede ailemin 4 çocuğu için daha iyi bir gelecek ve yaşam koşulları yaratma arayışında göç etmekten başka seçeneği kalmadı. Eski Yugoslavya’dan gelen göçmenleri hariç tutan çeşitli ülkelere başvurduktan sonra göç etmek için Kanada’ya kabul edildik. Caz müziği ilk kez orada keşfettim. Halihazırda trompet çaldığım için lisede bando programına alındım. Hem senfonik orkestrada hem de Big Band’de çaldım ve bence bir Big Band’de çalmak, yetişme sürecinde olan genç bir müzisyenin yaşayabileceği en değerli deneyimlerden biri. Sonrasında yaklaşık 16 yaşımdayken Freddie Hubbard’ı keşfettim ve büyülendim. O benim ilk trompet kahramanımdı. Sonrasında daha da derinlere inerek Miles, Dizzy, Lee Morgan, Louis Armstrong ve daha genç nesilden Nicholas Payton ve elbette üzerimde büyük etkisi olan Roy Hargrove’u keşfetmeye başladım.
Müzikte kendi kendinizi mi yetiştirdiniz yoksa formel bir müzik eğitimi aldınız mı? Zanaatınızı nasıl keskinleştirdiğinizi öğrenmek isteriz.
Evet, oldukça genç bir yaşta müzik eğitimi almaya başladım. İlk enstrümanım klasik gitardı ve 8 yaşında başladım. Ortalama bir çocuktan daha hızlı ilerleme kaydettim ya da bana öyle söylendi. Gitar eğitimim savaş nedeniyle yarıda kaldı ama sanırım bu bir bakıma gizli bir lütuftu çünkü tam da o dönemde trompeti elime aldım. Üniversite düzeyinde caz trompet eğitimi almaya devam edecektim ancak Sirk’in çağrısına kayıtsız kalamadığım için derecemi alamadım. Üniversitede ihtiyacım olanı teorik olarak öğrendim ama benim için gerçek okul sahnede olmak, yaşça büyük ve daha deneyimli müzisyenlerle birlikte çalmak.
Trompet dışında farklı enstrümanlar da çalıyorsunuz. Bu nasıl gerçekleşti? Konserlerinizde hala diğer enstrümanları da çalıyor musunuz?
Az önce bahsettiğim gibi, gitar kronolojik olarak ilk enstrümanımdı, hala çalıyorum ve piyanodan farklı olarak beste aracı olarak kullanıyorum çünkü gitarda piyanodan daha yetkinim. Bunun dışında perküsyon ve davul çalmayı ya da dünyadaki farklı ritmik gelenekleri öğrenmeyi seviyorum. Bir çeşit vurmalı çalgı çalmak bana kalırsa herhangi bir enstrümantalist için gerekli bir araç niteliğinde. Zamanı, hissi ve cümlelemeleri (phrasing) anlama konusunda gerçekten yardımcı olduğunu söyleyebilirim.
Lütfen bize Kanada’daki yıllarınızı anlatın. Kanada’da çok hareketli bir caz sahnesi olduğunu biliyoruz. Bu sahneye nasıl dâhil oldunuz?
Üniversiteye giden her müzisyen gibi faturaları ödeyebilmemi sağlayan her türlü konserde çalıyordum. Kulüplerde veya etkinliklerde caz standartlarını çaldığımız birçok caz konserinin yanı sıra funk/groove yapan bir grupla Kanada turu gerçekleştirdik. Oldukça gençken Cirque du Soleil ile turneye çıktım, bu iş bana teklif edildiğinde yalnızca 25 yaşındaydım. Kanada’nın her yerinden harika müzisyenlerle sürdürdüğüm birçok harika arkadaşlığım olmasına rağmen, o sahnenin gerçek anlamda bir parçası değildim.
İspanya’ya yerleşmeye nasıl karar verdiniz? Hangisi kararınızı daha çok etkiledi? Müzik mi, hayat mı?
Cirque ile turnede olmanın iyi yanlarından biri, yavaş ilerleyen bir turne olmasıydı. Hayatınızın temelde seyahat – ses kontrolü – gösteri – otel ekseninde geçtiği, ertesi günün de aynı şekilde ilerlediği ama farklı bir şehirde olduğunuz çoğu turnenin aksine, 60 yarı römorklu kamyon ekipmanı olan bir yapımdık, dolayısıyla her şey kurulduğunda aynı şehirde neredeyse 2 ay boyunca kalıyorduk. New York, Chicago, Paris gibi büyük şehirlerde ise 3 aya yakın bir süre boyunca kalmamız gerekiyordu. Bir şehirde kaldığımız en uzun süre ise Tokyo’ydu, yaklaşık 6 ay süresince oradaydık. Böylece bir apartman dairesine yerleşirsiniz ve her şehri gerçek anlamda tanıma şansınız olur.
Bununla birlikte her şehirde jam session yapabileceğim yerleri arardım ve yerel müzisyenlerle bağlantı kurmaya çalışırdım. Bu aynı zamanda harika bir deneyimdi, özellikle de New York, San Francisco, Chicago, Boston, Londra, Paris gibi harika müzik sahneleri olan şehirlerde. Bu deneyim benim için bir okul gibiydi ve bu jam sessionlarda yer almak beni dengede tuttu ve temelde her gece aynı gösteriyi yapmanın rutininden uzaklaştırarak zinde tuttu. Madrid’de ise cazın flamenko ve afro-küba müziğiyle eşsiz bir şekilde iç içe geçtiğini keşfettim.
Ankara’ya gelecek ekip arkadaşlarınızdan bahseder misiniz?
Harika müzisyenler olmalarının yanı sıra hepsi de benim çok iyi arkadaşlarım. Ayrıca birçok çeşitli projede grup üyesi olarak birlikte çaldık. Onlar aynı zamanda İspanya’nın çok yönlü müzisyenlerinden. Ayrıca dördümüz de tamamen farklı geçmişlerden ve kültürlerden gelmemize karşın müzikal olarak tek bir bütünüz, birbirimizi mükemmel bir şekilde anlıyoruz ve birbirimizden sürekli öğreniyoruz.
Piyanoda dinleyeceğiniz Daniel Garcia Diego, aslen İspanya Salamanca kökenli ve dördümüz içerisinde İspanya’dan gelen tek kişi. Kontrbasta dinleyeceğiniz Reinier ‘El Negron’ Elizarde Küba’dan geliyor ve davulda Shayan Fathi ise İran kökenli. Biz gerçek bir birleşmiş milletleriz 🙂 Daniel, Boston’daki Berkley College of Music’de efsane Danilo Perez ile çalıştı, inanılmaz bir solo kariyeri ve muhteşem triosu ile şimdiden 4 albümü var. Sunduğu flamenko dokunuşu quartetimize güzel bir renk katıyor. Reinie ise Küba, Santa Clara’dan gelen bir duygu ve ritim ustasıdır. Daniel’in triosunun basçısı olmasının yanı sıra Chucho Valdez veya Paquito D’Rivera gibi inanılmaz sanatçılarla dünyanın her yerinde düzenli olarak performans sergilediğini görebilirsiniz. Dünyanın en eşsiz ve özgün piyano triolarından biri olan Daniel Garcia Trio’yu daha fazla dinlemenizi şiddetle tavsiye ediyorum.
Bu grubun bir diğer önemli bileşeni olan Shayan Fathi, her yönüyle olağanüstü bir davulcu olmasının yanı sıra, İspanya’nın en iyi ses mühendislerinden biri ve albümün kayıt, mix ve mastering süreçlerinden sorumludur. Shayan, inanılmaz bir duyarlılık, dinamizm ve özgünlük ile her janrda çalıyor. O gerçek bir ‘müzisyen davulcusu’. Dünyanın her yerinde Dhafer Youssef, Alain Perez, Antonio Lizana Pepe Rivero gibi çok değerli sanatçılarla birlikte çaldı.
Mediterranean Soul çok güzel bir isim. Bize yeni albümünüz ve bestelerinizden bahseder misiniz?
Yeni albüm, Akdeniz’in her yerine sirayet etmiş folklorik müzikten büyük ölçüde ilham aldı. Tabii ki ben de Balkanlardan geliyorum, bu yüzden bu etki bariz bir şekilde ortada. Ama genel olarak Türk ve Arap müziğini de seviyorum ve son 8 yıldır İspanya’da yaşadığım için doğal olarak bazı flamenko ritimlerini ve cümlelemelerini DNA’ma işledim. Bahsettiğimiz tüm kültürler, İber yarımadasından Ortadoğu’ya kadar uzanan aynı oryantal soundu, başka bir deyişle “melos”u paylaşır. Böylece bu etkilerin hepsi, afro-kübalı ritmlerin yarattığı renk ve latin caz dokunuşuyla karıştığında, benim Akdeniz Ruhu olarak adlandırdığım karışımı elde ediyoruz.
Müziğinizin kendine has özellikleri olduğunu elbette biliyoruz ama bizler Türk dinleyiciler olarak Ankara konserinizin damağımızda Bregovic’in müziğine benzer bir tat bırakmasını bekleyebilir miyiz?
Elbette “melos” benzer, ancak konseptin çok farklı olduğunu söyleyebilirim. Ne de olsa -daha iyi bir kelime olmadığı için- biz bir caz quartetiyiz. Dolayısıyla, Akdeniz/Balkan sounduna sahip olmamıza rağmen, doğaçlama ve keşif söz konusu olduğunda kavramsal olarak onu caz gibi ele alıyoruz. Türkiye’de seyircinin bizimle bağ kuracağından ve Ankara’ya getirdiğimiz müziği hissedeceğinden hiç şüphem yok. Türk dinleyicilerle inanılmaz deneyimler yaşadım, genel olarak müziğe ve onlara bir şeyler hissettirmeyi başaran müzisyenlere karşı ilgili, minnettar ve çok sevgi dolular. Her iyi performansın içerisinde aşk, dram, mutluluk, hüzün, kahkaha, çatışma ve çözüm vardır. Dolayısıyla bu konserin seyirciyi tıpkı iyi bir film gibi duygusal bir yolculuğa çıkaracağına eminim.
Bu arada “Mr.Ajvar” kimdir? Nasıl ortaya çıktı?
“Mr. Ajvar” pandemi sırasında doğdu. Vaktim bol olduğu için, hep yapmak isteyip de bir türlü fırsat bulamadığım bir şeyi yapmaya başladım. Mütevazı ev stüdyomdan daha çok funk/pop/hiphop tarzında şarkılar yapmaya başladım. Evde kaydetme şansımın olmadığı davul hariç tüm enstrümanları çalmaya, şarkı söylemeye ve hatta “rap” yapmaya cesaret ettim 🙂 Gerçekten benim için bir meydan okumaydı ve en önemlisi bunu eğlenmek için yaptım. Kendi müzik videolarımı bile yaptım, bunu tamamen kendi çabamla öğrendim ama insanlar beğeniyor gibi görünüyor. Bir trompetçi ve besteci olarak yaptığım müzikle hiçbir ilgisi olmadığı için, bir takma ad oluşturmak zorunda kaldım, bu yüzden “Mr. Ajvar” benim bir tür ikinci benliğim diyebiliriz.
Peki ya gelecek? Gelecek projelerinizden bahsedebilir misiniz?
Umuyorum ki daha fazla müzik, konser, öğrenme faaliyeti ve dünyanın dört bir yanındaki dinleyicilerle sevgiye dair mesajları paylaşma şansını yakalayabilirim. Yeni albümümüzün kaydını yakın bir zamanda bitirdik, dolayısıyla son halini alması birkaç ay sürecektir. Sırada mix, mastering, albüm kapağı var ve albümle ilgili olabilecek her şeyle ilgileneceğim.
Türk izleyicilere neler söylemek istersiniz?
Sizi görmek ve müziğimizi sizinle paylaşmak için sabırsızlanıyoruz. İyi vakit geçireceğinize ve sizi güldüreceğimize, çığlık attıracağımıza, dans ettireceğimize ve hatta belki de ağlatacağımıza eminim 🙂 İyi anlamda söylüyorum tabii. Türk müziğini, yemeklerini ve genel olarak kültürünü seviyorum. Saraybosna’dan geliyorum, bu yüzden Türkiye’de kendimi her zaman evimde gibi hissediyorum. Ankara’ya ilk gelişim olacağı için siz harika Türk izleyicileriyle tanışmayı dört gözle bekliyorum.
Çok teşekkür ederim. Ankara’da görüşmek dileğiyle.
Çok teşekkürler! Çok yakında görüşmek üzere! Çok sevgiler!