John Zorn: Bir Kültürel Siyonist
Birkaç ay önce Babylon’daki Isaiah Collier konserine giderken, Bomontiada’nın kapısından içeri girdiğimde; bir sandalyede oturup ellerini göbeğinin üzerinde hayatla ve kendiyle sorunlarını çözmüş bir şekilde birleştirmiş ve bacak bacak üstüne atmış, gelen geçeni izleyen, hafif dağınık topuzlu, sakallı, gözlüklü ve İstanbul’un doksanlarda yerleşmeye başlayan –Oray Eğin’in Arhan Kayar’ın ölümünün ardından yazdığı yazısında anlattığı- o New York’umsu kozmopolit kent yaşamımızın biricik insanlarından biri olduğu metrelerce öteden belli olan Reha Arcan’ı gördüm. Ona yaklaştığımda kafasını bana çoktan çevirmişti. Gözlerimiz buluştu. Gülümseyerek, o her zamanki hafif kaygan, zarif sesiyle “Ooo Mertciğim, hoşgeldin, bravo!” dedi. Yanına bir sandalye çektim, Bomontiada’ya gireni çıkanı birlikte izledik. Müzik konuştuk. Daha önce adını şöyle bir duyduğum, zamanında herhalde birkaç parçasını dinleyip geçtiğim ama şimdilere kısmet bir isim söyledi bana: John Zorn.
Zorn yazmaya karar verdiğimde, boyumu ne derecede aşan bir işe bulaştığımla ilgili az biraz fikrim vardı. Hakkında yazılar, makaleler, haberler okudukça kendimi nasıl bir ateşe attığımı daha da iyi kavradım. Korkuyorum. Yazdıklarımın beni tatmin etmeyecek olmasından korkuyorum. Zorn’un bir portresini çizmeye kalkışmamam gerektiğinin ve biyografisini, diskografisini buraya dökmemin ne kadar da boşuna olacağının bilincindeyim. Çünkü tatmin edici bir John Zorn portresi çizebilmek için kitap yazmak gerekir. Dolayısıyla bu yazıda ona farklı açılardan yaklaşmaya çalışıp, yazının altına bir Zorn seçkisi playlisti, birkaç albüm, canlı kayıt, söyleşi ve yazı bırakacağım.

Zorn, 1953’ün Eylül ayında, hayatının büyük bir bölümünü de geçireceği ve çoğu müzikal yeniliğini dünyaya açacağı New York’ta doğuyor. Manhattan’lı bir Yahudi olması, ailesinin de müzikle iç içe olması, Lower East Side’da yaşaması, geçim derdini çok da dert etmemesi, girdiği Webster College’ı bitirmeden bırakması, kendi dairesinde konserler vermesi gibi özellikleri onu insanlığın kalanından hemen ayırıveriyor. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyanın merkezinin Amerika olması, Paris’in onyıllardır sanatın vatanı olma görevini New York’a kaptırması Zorn’un da içine doğduğu avangart sanat dünyasını açıklayan durumlardan. Aktif sanat hayatına atıldığı 1970’li yıllar, New York’un belki de en hareketli olduğu yıllar. Leonard Cohen, Paul Auster, Andy Warhol, Allan Kaprow, Yoko Ono, John Cage ve Frank Stella gibi isimlerle aynı yollarda yürüyen, belki de aynı marketten alışveriş yapan John Zorn, o yılların avangart müziğinin öncülerinden biri olarak o panteonda yerini hemen buluyor. Çocukluğunda Carl Stalling’in çizgi film müziklerinden etkilenip büyüdükçe Igor Stravinsky, György Ligeti, Karlheinz Stockhausen, John Cage, Steve Reich, The Doors, Anthony Braxton ve Ornette Coleman gibi isimleri dinleyen Zorn yavaş yavaş kendi stilini inşa etmeye başlıyor.
Yetmişlerin sonu ve seksenlerin başında Zorn, birbiri ardına eklenen çeşitli cızırtı, gıcırtı, ve enstrümanların sınırlarındaki tuhaf seslerle deneysel ama pek de inovatif olmayan albümlerini (Lacrosse, Pool, Hockey, vs.) yapıyor. Bu albümleri bugün açıp dinlemek bize pek bir şey ifade etmeyebilir. Fakat o yıllarda, East Village’da bir kulüpte etrafınızda dünyanın çeşitli yerlerinden, çeşitli sanat dallarından gençler varken o tuhaf seslerin anlamı bir başka olurdu.
Seksenlerde, Zorn Avrupa’da ve Japonya’da fazlasıyla vakit geçirip bir sürü konser veriyor. 1986’da Ennio Morricone’nin film müziklerini baştan yarattığı The Big Gundown albümünü Brad Mehldau gibi isimlerden de bildiğimiz Nonesuch müzik şirketi etiketiyle çıkarıyor ve bu albümle çağdaş müzikteki yerini, daima hareketli kılmakla beraber kalıcılaştırıyor. Daha geniş kitlelerce ününü ve kayda değer ekmeğini de ilk bu şekilde kazanıyor. 1989’da, Ornette Coleman’ın müziğini Spy vs Spy albümüyle kendi avangartlığının sınırlarınca yorumlayıp, özgür cazın en uç albümlerinden birini tekrar Nonesuch ile kaydetmiş oluyor.
Zorn’un projeleri arasında Cobra, Naked City ve Painkiller gibi gruplar da var. Cobra’yı özellikle Japonya’da sunup Japon müziğine de kendi yorumunu katıyor. Naked City ve Painkiller’da kendi cazıyla metale yaklaşıp metal müziğin de belirli bir şekilde yapılırsa bir sanat müziği olabileceğini gösteriyor. Bu projelerinde Zorn’a Bill Laswell, Napalm Death’in davulcusu Mick Harris, Mike Patton, Fred Frith ve Joey Baron gibi -sürekli birlikte çaldıkları- isimler eşlik ediyor.
Ne kadar tasvir etmeye, tanımlamaya, ayrımsamaya ve sınıflandırmaya çalışırsak çalışalım, Zorn’un farklı başlıklar altındaki işleri birbirinden çok da kopamıyor; çünkü çoğunda uyguladığı bir besteleme yöntemi var. Kendisinin anlatımına göre; saniyeler süren anlar için çeşitli ses blokları (sound block) yazıp, bu ses bloklarını birbiri ardına yerleştiriyor. Buradaki asıl zorluğun da, hangi ses bloğunun nereye yerleştirilmesi gerektiğine karar vermek olduğunu söylüyor. Besteciliğinin bu aşamasında yaptığı şey aslında küratörlük. Çağdaş -ya da güncel- sanatın da en önemli özelliklerinden biri, Kürasyon’un neredeyse bir kurum olarak ortaya çıkması ve küratörün en az sanatçının kendisi kadar önemli, karar verici ve belirleyici olması. Bu açıdan bakıldığında Zorn hem sanatçı, hem küratör, hem de zaman zaman kendi dairesinde ve mekânında –The Stone– konser verdiği için ev sahibi, proje yapımcısı, sponsoru, her şeyi.
Bir söyleşisinde, “fildişi kulesinde” oturup müzisyenlere yalnızca nota vermek istemediğini, müzik anda gerçekleşirken orada, müzisyenlerle iç içe olmak istediğini ve bu yüzden saksafon çaldığını –Anthony Braxton’ın For Alto albümünün de etkisiyle- söylüyor. Zorn’un aynı zamanda bir saksafoncu olduğunu yazının bu noktasında açıklamak biraz ayıp olsa da, kendisi için de asıl olanın bestecilik olduğunu ve konserlerinde de saksafon çalmasıyla birlikte çoğunlukla diğer müzisyenleri enerjik el kol hareketleriyle kürate ettiğini görebiliriz.
John Zorn, orkestralar için de müzik yazıyor. Brooklyn Philharmonic tarafından sipariş edilen For Your Eyes Only isimli bestesi en ilginç işlerinden biri. Orkestranın her bir üyesine bir solocu gibi davranıyor, bir an latin rüzgarları eserken ansızın büyük bir gürültü kopup dinleyenlerin kulaklarını sağır etme tehlikesi doğuyor, birkaç saniye bir çizgi film izler gibi hissederken sonraki birkaç saniyede bir caz melodisi ortama hakim oluyor. Bu eserinde Zorn, doğaçlamaya hiçbir şekilde yer vermemiş. Her bir nota yazılıymış ve orkestranın içindeki farklı gruplar için farklı beste anları tahsis edilmiş. Zorn, hangi müzisyene hangi müzik türünün, hangi gruba hangi beste anının ayrılacağını anlamak için Brooklyn Philharmonic ile aylarca yakından çalışmış.
Buna ek olarak, John Fowles’un Büyücü romanı üzerine 2014 yılında Chamber Music yani oda müziği şeklinde bestelediği The Aristos ile Pulitzer finalisti oluyor, ki bu parça artık Zorn’un olgunluk dönemine, zihninin daha entelektüel, biraz aristokrat, hattâ mitik ve antik bir kısmına işaret ediyor sanki. Pulitzer finalistliğinin takdimi ise şu şekilde: “Keman, çello ve piyano için beynin akışkan ve öngörülemez eylemlerini canlı bir şekilde gösteren, stil açısından farklı seslerden oluşan bir geçit töreni.”
Kariyeri ilerledikçe çeşitli orkestralardan siparişler alıyor Zorn, Metropolitan Müzesi gibi dev bir sanat kurumunda Zorn@60 adı altında altmışıncı doğum günü için besteleri çalınıyor, Barbican’da konserler veriyor. En güncel serilerinden biri ise Zorn@70 adı altında yetmişinci doğum günü için yaptığı konserler dizisi. Bu doğum günü konserlerine de Zorn@50 adıyla, ellinci doğum gününde başlamış.
Müzik dünyasında sayılı entelektüel var. Kitap okuyan, felsefe tarihine hakim, sanat ve sinemayla içli dışlı olan, yalnızca kendi alanıyla değil diğer alanlarla da hayatın kendisiyle alakadar olduğu için ilgilenen müzisyen bulmak zor. Bu durumu müzisyenlerle sınırlamak da hata olur. Oyuncular, yönetmenler, senaristler, mimarlar, fotoğrafçılar, gazeteciler, yani bir şeyler üreterek hayatını kazanan insanların bile önemli bir kısmının, sadece Türkiye’de değil dünyada da entelektüel ve sanatsal açıdan sınırlı olduğunu görüyoruz. John Zorn bu noktada da diğer üreticilerden ayrılıyor. Maya Deren gibi sinemacılar, Joseph Beuys gibi sanatçılar, Antonin Artaud gibi şairlere ithafla müzik yapıyor. Wittgenstein’a atıf yaparak Tractatus Musico-Philosophicus diye bir parça yazıyor. Yetmiyor, The Hermetic Organ serisinde org ile Hieronymus Bosch üzerine cehennemi çağrıştıran parçalar performe ediyor. Luis Bunuel, Georges Bataille, Alexander Scriabin, Marcel Duchamp gibi daha pek çok sinemacı, edebiyatçı, besteci ve sanatçı için eserler yazıyor. Burada üst üste yazmanın uzun zaman ve efor gerektireceği daha pek çok entelektüel delilik yapıyor. Bu ithaflarda gören göze bir örüntü var. Özneleri çoğunlukla sanatın karanlık, sembolik, okült, sürreal ve yıkıcı taraflarında dolaşanlar. Günün birinde bir işini kendisine ithaf etse yeridir. Bu örüntüyü açık ettikten hemen sonra da Zorn ile ilgili beni asıl cezbeden kısma gelmek istiyorum.

Masada. Yahudi tarihinde büyük önem taşıyan bir yerleşim yeri. Kudüs Romalılarca ele geçirildikten sonra Yahudi isyancılarının bir kısmı Masada’ya yerleşir. Burada Roma’ya karşı bir direniş başlatırlar fakat Romalılar sayıca fazlasıyla üstün olduklarından, Masada’daki 960 Yahudi durumu kurtaramayacaklarını anladıklarında toplu bir intihar girişiminde bulunurlar ve sanıyorum yalnızca birkaç kişi kurtulur. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Yahudilerin yaşamlarında izledikleri yolda Masada olayı daha da önemli hale gelir ve Yahudiler, onlar için Tanrı tarafından rezerve edildiğine inandıkları topraklara göç edip 1948 yılında David Ben Gurion önderliğinde İsrail devletini kurarlar.
Tabii bu yazının konusu bu olmadığı için bu anlatımım son derece basit kalıyor. Ama demek istediğim şey, John Zorn’un belki de en çok sevilen projesinin adı Masada. Doksanlı yıllarda John Zorn böyle bir yola giriyor. Savaş öncesi pogromlarından biri olan Kristallnacht için bir albüm yapıyor. Yahudi kimliğine ve köklerine dönüyor. Yahudi müzisyenlerle Bar Kokhba (yine Roma’ya karşı bir Yahudi lideri ve onun ayaklanması) albümünü yapıyor. Cazı yahudileştirmeye başlıyor. Bir Yahudi’nin cazı nasıl yorumlayacağını, dönüştüreceğini gösteriyor. Yahudi ezgileriyle, klezmer müziğiyle yepyeni bir caz türü ortaya çıkarıyor. Electric Masada ve New Masada Quartet gibi farklı projelere de girişiyor ve daha önce yaptığı avangart, atonal, ADHD hastalığını çağrıştıran birkaç saniyelik beste anları ve ses blokları tekniğini geride bırakıyor. Bunu dünyanın çokkültürlülüğün en çok revaçta olduğu yıllarda yapması manidar. Küreselleşmenin, bütün etnisitelerin, renklerin, dillerin eşit olduğu ve bir arada, barış içinde, sınırlar muğlaklaşarak, göç dalgaları artarak sürüp gittiği algısının iyice oturduğu yıllarda.
Zorn’un çağdaş sanatla bağlantısını hatırlayalım. Çağdaş sanatın bir başka önemli noktasını da vurgulayalım. Kıta Avrupası hegemonyasının çöküşü, Sovyetler’in dağılışı, neoliberal dünya anlayışı ve benzeri durumlar da sanata farklı kültürlerin dokunuşunu ve yaklaşımını iyice getirdi. New York’un bir sanat başkenti olduğu, sanat kurumlarının güçlendiği ve küresel sermayeyle el ele verdiği, barış ve mutluluk ve eşitlik ve adalet ve refah ve daha nicesinin tüm dünyaya hakim olduğu umudunun pompalandığı ama derinlerde yepyeni kaygıların kaynadığı yılların sanattaki tezahürü. John Zorn da bu çerçevede eksik kalmadı ve Yahudi müziğini caz ile harmanlayarak küreselleştirmiş oldu. Bu şekilde Yahudi kültürünün müzik ayağı tüm dünya müzikseverlerinin erişimine açıldı. Zorn’un belki de en çok mutluluk duyduğu başarılarından biri bu olmuştur.
Tzadik (doğru, dürüst insan, manevi üstat) isimli müzik şirketinin kuruluş senesi de 1995. Masada serisini, Kültürel Siyonizm’in kurucu teorisyeni Asher Ginsberg’e (kalem adıyla Ahad Ha’am) ithaf ediyor. Kültürel Siyonizm’in ana meselesi de, dünya Yahudilerinin kendi kültürleriyle açık şekilde barışmaları, kültürlerini benimsemeleri ve bir Yahudi Rönesansı gerçekleştirmelerinin gerekmesi. Asher Ginsberg, Siyasal Siyonizm’in kurucusu Theodor Herzl ile de ters düşüyor ve onu radikal bulup düşüncesinin tehlikelerini anlıyor. Onun kadar ileri gitmiyor. Ama yine de bir uluslaşma, birlik olma çağrısı var. Bu aynı zamanda modernleşmenin de bir adımı. Diyebiliriz ki John Zorn, Ginsberg’in çağrısına kulak veriyor ve dünyanın dört bir yanına dağılmış bir ulusun yeni dünyadaki sanatsal sözcülerinden biri oluyor. Tzadik’te yaptıklarını da Radical Jewish Culture başlığında songbook’lar halinde topluyor. Sonradan radikalliğinin sebebini anlamak, böyle bir tercihe neden -sonradan- başvurduğunu çözmek çok zor. Zorn ketum biri.
John Zorn’un bugün anladığımız anlamıyla bir siyonist olup olmadığı ise en azınan bu yazıda cevaplanamayacak bir soru çünkü kendisi politik meselelerle ilgili pek bir açıklamada bulunmuyor. Yine de okuduğum birkaç yazıda bazı müzisyenler (Elliott Sharp) onun bir siyonist olmadığını, bazıları (Fred Ho) ise onun kesinlikle bir siyonist ve ırkçı olduğunu söylüyorlar. Bizde Ziya Gökalp’ten alıntı yapan herkes milliyetçi olmadığı gibi Ahad Ha’am’dan alıntı yapan her Yahudi de siyonist olmak zorunda değil gibi geliyor bana. Bu tip tarihsel alıntıların bir kanonu kabul etmekle, belki de onu inşa etmekle ilgili olduğunu kabul ediyorum. Kaldı ki Zorn son derece seküler, kozmopolit, entelektüel ve insani bir insan olduğu için bugün olup bitenleri göz önünde bulundurduğumuzda insanların öldürülüp yerlerinden edilmesini destekleyecek biri olduğunu sanmıyorum. Sessiz kalmasını hoş bulmuyorum, orası ayrı. Yine de bizim duymadığımız, görmediğimiz açıklamaları ve düşünceleri olabilir. Sonuçta o bir Hollywood yıldızı değil. Her an kamera önünde değil. Magazinsel bir kişilik hiç değil. Herhangi bir kanaat önderliği görevini üstlenmiş de değil.
Müziğe dönelim. Zorn’un doğaçlamacılığı hakkında ne denirse densin yetersiz ve kifayetsiz kalır. O tarafı yoruma hem üstüne çeşitlemeler yazılacak denli açık, hem de bu çeşitlemelerin her an boşa düşebileceği kadar kapalı. Çünkü ne söylersek söyleyelim hiçbir zaman bu kadar aşkın bir doğaçlamayı kelimelerle tanımlayıp betimleyemeyiz. O sesler, başı ve sonu, yani bir yapısı olan cümlelerle açıklanamaz. Yapabileceğimiz şey, onlardan esinlenip üstüne yeni şeyler üretmek olabilir. Şiir yazılabilir mesela.
Özellikle doksanlardan itibaren yaptığı besteleriyle her zamanki doğaçlamaları arasındaki gelgitleriyle ilgili birkaç cümle kurulabilir sanki. Doğduğundan beri seküler olduğu için, etnisitesiyle doksanlı yıllarda bütünleşmiş kimliğinin bütün benliğini kuşattığını söylemek mümkün değil. Ayrıca onun önemsediği şey Yahudiliğin dini boyutundan çok kültürel ve azınlıksal boyutu. Diğerlerinin arasında Yahudi doğmak ve Yahudi yaşamakla ilgileniyor, Yahudi mitlerinden yola çıkarak sanatsal üretimini biçimlendiriyor. Tanrısıyla, onun kurallarıyla ve vadettikleriyle ilgilenmiyor.
Cazın ve özellikle doğaçlamanın bilinçdışıyla ilgili olup kültürden, kurulu olandan ve belirlenmişlikten öte bir karakteri olduğunu göz önünde bulundurarak, yaptığı sanatın bireyselliğinin ötesinde ve gerisinde, Yahudi olmasının getirdiği o sürekli tetikte olma psikolojisini duyabiliriz. Ve zaman zaman kendisinin bu psikolojiyle dalga geçiyor olabileceğini düşünmekle birlikte, Zorn’un sanatını ve kendini ciddiye alan sanatçılardan olduğunu ve kendiyle dalga geçebilme rahatlığına en azından henüz sahip olmadığını da düşünebilirim.
Bu yazıyı bitirirken tükenmiş hissediyorum. Biraz da kirlenmiş. Zorn’un Yahudi kimliğinden bahsederken bu kadar yorulmuş olmam, bu kimliğe sahip çıkma tercihinin tarihin çeşitli anlarında ve özellikle bugünlerde bu kadar tartışmalı ve birçok farklı uca çekilebilecek bir şey olması beni onun hakkında yazmaktan neredeyse vazgeçirecekti. Ama bu müzik insanının uçsuz bucaksız üretim hayatının yalnızca bir parçası olan bu durumun çetrefilliğine yenilmek istemedim. Bu son birkaç paragrafı yazarken hissettiğim zihinsel acı ve ikilemden (bu çağımızın ikilemlerinden biri: Roman Polanski, Woody Allen, Kevin Spacey, Yılmaz Güney gibi, bir şiddet failinin, bir siyonistin, bir katilin, bir tacizcinin ifşa olmasından doğan, sanatını severken kendisine karşı ne hissedeceğimizi ansızın bilemeyip herhalde dehşete düştüğümüz) kaynaklı, niyeyse biraz da haz duyarak, zihnimdeki sorulara dört yeni soru daha eklendi: John Zorn siyonist mi? Siyonistse nasıl bir siyonist? Nasıl? Neden?
Bir gün New York’a gidersem ve East Village’da yürürken onunla karşılaşırsam bunları ona soracağım. “Hi! Mister Zorn, are you a Zionist? If you are, are you a cultural one or a political one or are you both? How? Why?”
Belki bana üstündeki “DIE YUPPIE SCUM!” yazan tişörtünü göstermekle yetinir…
■ Meraklısına Notlar
- Mert Çakırcalı’nın Dark Blue Notes’daki diğer yazıları
- Dark Blue Notes”da Portreler
- John Zorn and Zionism
- “Zorn” for “Anger”
- John Zorn
- John Zorn and Downtown Scene
- For Your Eyes Only
- “Zorn” for “Anger”: The Composer John Zorn Likes Being the Bad Boy of New Music
- Shuffle and cut
- The Pulitzer Prizes: Finalist: The Aristos, by John Zorn