Uçları Müzikle Tutulan Hikayeler
DUVARA KARŞI ( FATİH AKIN, 2004)
2005 yılının Temmuz ayında “Sinema” adlı bir dergi hediye edildi bana. İçine düştüğüm en büyük heyecanlardan biri oldu. Küçük dünyamda yaşadığım kendimi arama bunalımlarını unutturan bir kapı araladı benim için. Başka dünyaların, uzak diyarların, farklı yolların ve yaşantıların ardından gitmek için cesaret verdi bu dergi. Bir şeye gönül vermenin, bir hissi tutkuya çevirmenin o zamanlar ne demek olduğunu çok bilmiyordum. Şu an yayın hayatında olmayan bu derginin satırlarında başlayan izleri hala takip ediyorum. İzledikçe izliyor, başka hikayelerin yanında durarak yaşamak dediğimiz şeyin içine karışmaya çalışıyorum. Bağ kurduklarımı unutmadan içimde yaşatarak izlemeye ve yazmaya devam ediyorum. Ve birçok sahne hem içimde hem gözümün önünde yaşamaya devam ediyor. Sinema her ne kadar görüntüden gücünü alsa da ses ve müziğin görüntüye sağladığı imkan yadsınamaz. Müzik ve sesin vuruculuğu ve görüntüye sağladığı dramatik etki o sahneyi, o anı ve hikayenin o parçası ile yaşamak imkanını sağlar izleyiciye.
Bazı Sahneler Aklımıza ve İçimize Şarkısıyla Mıhlanır
Bundan yıllar önce ilk izlediğimde çarpıldığım, ikinci kez izlediğimde bir kez daha vurulduğum Duvara Karşı, böyle sahneler ve şarkılarla her zaman içimde bir yerde yaşamaya devam ediyor. O yüzden bu filmden bahsetmeye başlarken bir yandan içimde şarkılar çalıyor, bir yandan da gözümün önünde sahneler beliriyor. Bazı şarkılar, bazı tınılar bizi bambaşka yollara sürükleyebilir, derin kuyulara düşürebilir ya da en iyi ihtimalle oradan çıkabilmenin umudunu içimizde yeşertir. Filmi ve bana hissettirdikleri anlatmaya başlamadan önce bir cümle daha kurmak isterim. Bakiyeme yazılsın. Çünkü fonda “ Yine Mi Çiçek” çalıyor. Hep birlikte bir cümlenin arkasından gidebileceksek, o cümle benden ve şu olsun : “Müziğin etkisiyle bir anı yaşamanın, hatırlamanın ve büyütmenin büyüsü her zaman yanımızda olsun.”
Kime Neyin Nasıl İyi Geleceği Belli Olmuyor
Birbirlerini tanımadan çok önce kendini kaybetmiş ve kendilerini ölmüş gibi hisseden Sibel ve Cahit, bir arabanın duvara toslamasından sonra tanışırlar. Sibel, geleneksel ve baskıcı ailesinden kurtulmak için tek çareyi evlenmekte bulur ve kendi gibi bir yaralı ruhla, Cahit ile evlenir. Düğünden sonra birlikte yaşamaya başlayan ikili bir süre sonra birbirlerine aşık olur ancak sorunlar peşlerini bırakmaz. Bir arada kalmak için debelenen iki karakterin birbirlerine sevgileriyle güç verdikleri hikaye uzun yıllara yayılan bir biçimde anlatılıyor. Yollara, yıllara, küskünlüklere, geleneklere, mesafelere meydan okuyan âşıkların hisleri, yığınla gücenmişlik içinde iki karakterin bir nefes daha fazladan almak için onlara direnme gücü veriyor. Bilmem kaç kişiye ve yaşanmışlığa gücenmiş iki kişinin bulabilecekleri tüm yolları kaybetmeleri oldukça sert bir biçimde anlatılıyor. Kendi gücenmişlikleri iki karakterin ömür boyu talihsizlikleri oluyor. Birbirlerine can havli zamanlarında denk gelen iki insanın kurtulmaları için kendilerine en yakın duyguyu arkada bırakıp yollarına devam etmeleri elzemdir. Sevgilerinden ve kendi oldukları duygusundan vazgeçmeleri gerekir. Yine de hayatta kalmaları birbirlerinin sayesinde olur. Kime neyin nasıl iyi gelince belli olmuyor. Hayatın cilvesi bu sanırım.
Fatih Akın, hikayesinin mekansal, zamansal ve dramatik uçlarını müzikle tutup müzikle birleştiriyor. Film, İstanbul’da deniz kıyısında küçük bir orkestra önünde şarkı söyleyen bir kadının görüntüsüyle başlar. Akın, film boyunca sıklıkla ara ara kullandığı bu şarkı sahneleriyle karakterlerin git-gel hissiyatlarının, ev ve evden uzak olmanın verdiği duygusal boşluğun, film sonuna doğru gelişebilecek olayların ya da karakterlerin taşınabileceği yerlerin altını çizmeye çalışır. Fatih Akın, filmin içinde müziği bir çeşit bağ kurma ve bağ koparma yöntemi olarak kullanır. Bir rakı sofrası hazırlanırken çalan “Yine Mi Çiçek” şarkısı, filmi izlemiş filmden etkilenmiş kişilerin hala en sık konuştuğu, andığı ve en net hatırladığı sahne. Akın, bu sahnede müziğin ve şarkının da etkisiyle karakterlerinin içine bir bağ düğüm atar. Sibel ve Cahit bu andan sonra birbirlerinin içlerine dolanmaya başlar. Bir barda kıskançlık krizine tutulan Cahit birine saldırdıktan sonra hapishaneye düşer. Bu sahneden sonra çalan “Ağla Sevdam” şarkısı ayrılığın acısını, araya girecek yılları, açılacak mesafeleri, oluşabilecek duygusal boşlukları izleyicinin içine kazır.
Bırakmanın – Bırakılmanın , Azat Etmenin – Edilmenin İyileştiriciliği
Zaman hiç bitmeyecek gibi yaşıyoruz. Oradan oraya sıçrayarak, başkalarına bulaşarak, başkalarından kendimizi sıyırarak, başkalarında izler bırakarak yaşamın ve zamanın üzerinde kalıcı izler bırakmaya çabalıyoruz. Ya da en iyi ihtimalle bir sonun bizi beklediği gerçeğini göz ardı etmeye çalışıyoruz. Oysa herkesin, her şeyin, her yerin bir sonu vardır. Hepsinin zamanı tükenir. Tüm bunlardan dolayı bir şeyleri bırakmanın, azat etmenin ve onlar tarafından bırakılmanın, azat edilmenin iyileştiriciliği vardır.
Bir Nedene Sunulmaktan Ya Da Nedenin Kendisi Olmaktan Kurtuluşumuz Yok
Dünya elimizde. Ellerimizin altında sayısız yokluğun ve varlığın aynı anda bir arada olduğu ihtimaller var. Yoktan var edebileceklerimiz var. Var olanı götürebileceğimiz yönler var. Bizi yok sayanlar var. Yaşadıklarını inkâr edenler var. Bir son geldiğinde yaşadıklarının sorumluluğunu başkalarının üzerine atanlar var. Korkusuzca kararlı adımlarla yeri inleterek yürümek var. Tutkunla eteklerinin altında sayısız şey başarmak var. İhtimaller var. Fırsat yok. Bazen his yok. Bazen duygu yok. Yaşanmışlık olduğuna inandığın şeylerin izi kimi zaman inkâr edilir, kimi zaman yavaş yavaş silinir. O yüzden çoğu zaman onlar da yok. Bazen aklımız yok. Bazen tutkunun ve arzunun yolunu izlerken kendi benliğin yok. Bir var, bir yok. Her şey dengeni bulmak ve kendini kurtarmakla ilgili. Tüm bu meselelerin içinde iki taraftan biri olmak ihtimal dahilinde. İnsan olmak böyle bir şey. Hem çukurun içindesin hem de içinde olduğun çukuru kendin kazıyorsundur. Ve en nihayetinde kendine ait bir odan, kendince konforlu ve güvenli olduğuna inandığı bir yerin, bir noktan varsa her şey sadece seninle ilgili. Sevda, duygu, his, dokunulmuşluk, temas, iş, tutku, arzu, nefes, varlık, yokluk… Başka kaç kişiyle ve meseleyle ilişki kurarsan kur. Herkes ilişkisini kendi kurduğu düzlem üzerinde değerlendirir. Zamandan ve mekândan uzak bir yerde, ayrışmış bir şekilde bir süre süzüldükten sonra en sonunda havada asılı kalarak yaşanır her şey. Boşluğun ve hiçliğin içinde hem boşluktan hem hiç hiçlikten daha büyükmüşsün gibi. Yani o kavramdan daha büyüksün aslında. Kavramları kendimizce yaratıyoruz. Her şey kendini ikna etmek ve kendine ikna olmak için. Kaç sene yaşarsak yaşayalım, kaç farklı şeyin içinden geçersek geçelim bir nedene sunulmaktan ya da nedenin kendisi olmaktan kurtuluşumuz yok. Bazen üstüne giderek bazen de yok sayarak üstesinden gelinir o şeylerin.
Minik Anların Kurtarıcılığı Yanı Başımızda
Yine de minik anların kurtarıcılığı yanı başımızda. Hayat karşılaşmalardan, birbirimize yakınlaşmak için meydana gelen tesadüfler ve birbirimize düşmemiz için kurulan tuzaklardan ibaret. Bazen bir çarpışmada, bazen salınma halinde, bazen kendini bırakma halinde, bazen çekip gitmede, bazen inkarda, bazen isyanda… Tüm bunların içinde sana kök olan hislerin karşısında duran ya da onu tamamlama ve tanımlayabilmene yardımcı olabilecek bir şeyle karşılaşman mümkün. Hayatlarımızdaki onca zorluk, şiddet ve görmezden gelinmeye rağmen bazı hislerden, duygulardan bulunduğun ortamdan ayrılman gerekebilir.
Kesik kesik anıları seçerek istediğimiz şekle büründürebilir miyiz hayatımızı? Bilmiyorum. Sert bir çarpışmanın uyarıcılığına ihtiyacımız olabilir. Çünkü bir şeyin yokluğuna dokunmak çok kolay. Ona ağlamanın kolaycılığı kurtarıcı. Asıl cesaret var olana bakabilmekte. Hatta bu cesaret bazen ölümle burun burunayken başımıza gelebilir ve yaşamaya ayılabiliriz. Ve bu anın içinde bize bir karşılaşma verir hayat. Hayatta kalmanın yollarını ancak öyle öğrenebiliriz. Bazen o sert çarpışmaların aksine basit ve sade hislere ihtiyacımız olabilir. Mesela filmde olduğu gibi bir sofrada tanırsın yaşamak hissini. Sofraya konulan tabaklar, hazırlanan yemekler, kokular, tatlar, çatal bıçak sesleri, tokuşturulan kadehler, çalınan müzikler bize mutluluğun basit anlarda saklı olduğunu gösterir. Bazen de o sofraya hiç oturma imkânın olmaz ve hayatı anlamanın kıyısından dönersin.