Hatıralarım ve Buika
Önce limon çiçeği kokusu geliyor derinlerden; belleğimden… Bilinçaltımın sebep olduğu, yeme-içme kültürüne yaklaşmamı sağlayan, koku hafızamın genişliğinden… Kokuları severim!
Sonra kalın, ama olabildiğince kalın kabuklu devasa limonların tahrik eden kokusu geliyor burnuma. Kavımdan, buzdolabına soğuması için, narenciye aromalı bir Sauvignon Blanc monosepaj şarap yerleştiriyorum. Oğullarıma bir not yazıyorum. “Bugün menü yanık ve buğulu bir ses ve buram buram deniz kokuyor.” diyorum.
Bir film düşlüyorum. Bir kitap… Michael Corleone, ailesi tarafından, düşmanlarından korunması ve ruh bulması için nasıl Sicilya’ya gönderildiyse, işte; içim o izbe, yolu izi olmayan bir mezrada, masum tavırları ile, tozlu patika köy yollarından salınarak gelen bir kadın düşlüyor. Sicilya’da Michael Corleone’nun aşık olduğu Apollonia Vitelli gibi…
Ya da Seferad Yahudisi, her yükü omuzlanan, dipdiri, güçlü, göçer ve dayanıklı bir kadın düşlüyor…
Akdeniz dilberi….
İki kez sahnede izlediğim, üst ön iki dişi birbirinden ayrık, seyrek dişli, çıplak ayaklı, üzerine çuval giyse yakışacak cinsten, Tanrı vergisi bir vücuda sahip Buika gibi…
Onu ilk izlediğimde yek bir piyano ve çıplak sesi vardı sahnede. Koyu yeşil, önü kısa, arkası uzun, bacaklarını boydan boya açıkta bırakan drapeli bir elbise giymişti ve o buğulu sesi ile bir dişi aslan gibi kükrüyordu. Her yerde mumlar yanıyordu. Arada bir flamenko dans ediyordu. Bacakları, ayakları, albümlerini sürekli döndürdüğüm sesi canlı olarak karşımdaydı ve muhteşemdi.
Kilitlendim!
Ayak ve özellikle bacak fetişisti olmamın dışında, üzerimde bıraktığı hissiyat çok derin, oldukça anlamlı, belleğimi zorlayan kokular ile dolu ve yeterince ruhaniydi.
“Tanrım” dedim. “Kadın olmak çok güzel.” Bir de sanıyorum, karakteristik bir sese sahip olmak. Taklit edilemez bir ses, eşsiz yorum. Kişiler taklit edilebilir, yazdıkları, çizdikleri, söyledikleri kopyala yapıştır yapılabilir. Taklitler asıllarını yaşatır. Ama ses tonu, vurgu ve karakteristik doyum sesi asla taklit edilemez. Çünkü doğa ile özdeş ve toprağın altına yerleşen bir soğan cücüğünden peydahlanan bir zambak gibi benim nezdimde.
Bedenimizde neleri tanımlayabiliriz?
Yaşadıklarımızı bir dövme tekniği ile vücudumuza resmetmeyi mi?
Karakteristik vücut dilimizi kullanmayı mı?
Beynimizin içindeki hafıza gözümüzün gördüğü, Aşık Veysel’in sözde kör, özde açık gönül gözü gibi, bir çekmeceyi açarak hareketlenmeyi mi?
Yaz kavunları ile süslü bir misket şarabını mı? Yoksa buram buram karakteristik kedi sidiği kokan bir Sauvignon Blanc düşlemeyi mi?
Flamenko yapan ve iki elini birbirine çarparak, çıkardığı sesle yükselmeyi bilen, bir elmanın yarısı iki kişiyi mi?
Sevdiğinin pürüzsüz tenine dokunarak, maksimum ve minimum noktaları yaşayıp, ruh bularak uyumak ve ertesi güne, tıpkı uyuduğu incelikte bir Buika şarkısı ile uyanma duygusunu mu?
Her şey birbirinin içinden geçmiyor mu?
Sanıyorum duygularımı duyularımın içinden geçirmeyi seviyorum. Belki de sevmiyorum. Ne yaptığımın farkında değilim. Beni serbest bırakın; içim akıyor!
Şunu diliyorum; bir gün Buika gibi taklit edilemez bir ses tonlu olabilmek ve kendim gibi, özüm gibi, karakteristik bir ruh ile küçük, küçücük de olsa var’olmak koca dünyada …
“Koca gönül, gocagöynüm, duy beni!”
Olur mu?
Buika 26 Ağustos 2022 tarihinde Aspendos Antik Tiyatro’da, saat 21:00’de.
Dark Blue Notes da orada olacak, dokunalım mı bu ruha ey güruh?