Can Kozlu ile Hayat ve Müzik Üzerine
İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın gelenekselleşmiş Yaşam Boyu Başarı Ödül’ü, bu yıl ünlü müzisyenimiz Can Kozlu’ya veriliyor.
Ödül, sanatçımıza, 30. İstanbul Caz Festivali’nin kapanış etkinliği mahiyetinde, 19 Temmuz Çarşamba gecesi Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda gerçekleşecek olan ve İpek Göztepe Beşlisi ve Selen Gülün Blue Band’in ardından Kozlu’nun davulda yer aldığı İmer Demirer Trio’nun sahne alacağı konserde takdim edilecek.
Keyifli bir caz ziyafetinin yaşanacağına emin olduğumuz bu geceye katılmak isteyen okuyucularımız biletlerini şu bağlantıdan temin edebilirler.
Kendisi de vurmalı sazlar sanatçısı olan yazarımız Canan Aykent, Can Kozlu’yla, yaşam öyküsünü ve kariyerini kapsayan bir röportaj gerçekleştirdi.
Dark Blue Notes ekibi olarak, Can Kozlu’yu, alacağı ödül vesilesiyle tebrik ediyoruz; müziğe ve sanata olan katkıları nedeniyle şükranlarımızı sunuyoruz.
■ ■ ■
■ Canan Aykent: 2023 yılı İKSV ‘Yaşam Boyu Başarı Ödülü’ Can Kozlu’nun. ‘Yaşam boyu başarı’ cümlesini şöyle bir düşününce, bir yaşam, müzik, caz, davulla dolu yani hiç kolay değil, dile kolay. Büyük resimden bakınca nasıl görünüyor cazla, davulla dolu bir hayat?
Can Kozlu: Valla bu işin bu kadar zor olacağını bilseydim belki girmezdim. Galiba yanlış işlere girmişiz. Zormuş yani, müzik zor bir iş.
■ Davul kısmından bakarsak?
Davulu o kadar dert etmiyorum. İşin müzik kısmıyla daha çok ilgileniyorum, davulculuğumu ön plana çıkarmak istemiyorum. Davul oldukça fiziki bir alet, balerinler gibi belli bir süre sonra performansın düşebiliyor, karşılığında yaş kemale erdiğinde basit şeylerin derinliğini keşfediyorsun. Fikirlerin bütün o virtüöziteden ne kadar daha güçlü olduğunun farkına varıyorsun. Ayrıca virtüözite, mükemmeliyetçilik, tamamıyla bir batı kavramı, oraya girmeyelim iş uzar. Davula geç başladım. 14 yaşındaydım. Piyanoya erken başlamıştım, faydasını çok gördüm. Yani 5-6 yaşından itibaren müzik dinlemenin faydasını çok gördüm. Kulağımın geliştiğini düşünüyorum o yıllarda.
■ İki farklı piyano hocan olmuş. Biri Rus ekolünden sert, diğeri daha ılımlıymış.
İkinci hocaya herhalde bu çocuğa çok eziyet ettiler hani biraz yumuşak davran demişler ki üstüme varmadı. Ama bir gün beni çakozladı. Sen okumuyorsun, ezberden çalıyorsun dedi. O gün cazı keşfetmişim haberim yokmuş. Şimdi bakınca hani genler mi önemli, müzisyen bir anne babanın çocuğu olmak da var yoksa çevre mi önemli dersen, tabii ki ikisi de önemli. Annem babam müzisyen değildi. Sanatçı bir aileden de gelmiyorum, annem amatör bir klasik müzik piyanisti o kadar. Mesela ünlü bir çiftin oğlu, kızı müzisyen oluyor, ‘işte genden geliyor,’ deniyor ama işin önemli bir tarafını kaçırıyorlar bence. O evde sabahtan akşama kadar müzik çalıyor. O ortam içinde büyümek. Bunun çok örneğini gördüm. Yurt dışında halis mulis tursil beyazı bir beyaz Amerikalı mesela. Kayıtta dinlesen adamı Bronx’lu, Harlem’li zannedersin. Laf lafı açıyor konuşuyoruz adamla, meğer Harlem’de doğup büyümüş. Bu kadar basit yani.
■ İçinde doğmanın tabii ki farkı çok fazla.
Evet yani. Bizim davul olayındaki bu feeling olayı var ya hani taklit edilmesi çok zor ama böyle parmak izi gibi seni ele veriyor. O olay tamamen ne dinlediğin, hangi çevrede büyüdüğünle ilgili. Hakikaten Steve Gadd’in böyle çalabilmesi için normalde Mississippi doğumlu bir herif olması lazım. İnanamıyorsun New Jersey’li bir adamın bu denli arkaya yaslanarak çalmasını. Anlatabiliyor muyum? Acayip yani. James Taylor’la bir konser kaydı var. Bir parçada kısa bir bolüm var davulla beraber solist yalnız kalıyor, çok etkilendim, Cengiz’e (Baysal) yolladım. ‘Abi inanır mısın ağladım,’ dedi. Groove’dan ağlanır mı ya? His olarak o kadar acayip bir şey işte. Yani beni de biraz bu işe çeken işin o tarafı. Sanattaki o en güzel anlar tam da tanımlanamayan, yazıya dökülemeyen ve kodlanamayan şeyler. Sinema dünyasında da böyle, fotoğrafta da, resimde de, bizim olayda da öyle. İkiyle ikinin dört etmediği, senin de çok iyi bildiğin, işte Afrika ritimlerinin sürekli 3’lü zaman ile 4’lü zaman arasındaki gelgitleri. Bu fenomen tüm Afrika kökenli müziklerde var. Küba’sında da var, Brezilya’da, Haiti’de vs vs. Bali’de yeni yılda bizim gibi sokaklara çıkıp bağırıp çağıracaklarına tamamen eve kapanıyorlar. Sokağa çıkma yasağı var. ‘Dur,’ diyor, ‘seneyi gözden geçir,’ diyor. ‘Önündeki seneyi bir düşün,’ diyor. Işık bile yakmak yok. Polis geliyor evine. Perdeleri çekiyorsun bir gece.
■ İçe kapanma gecesi yani.
Kapanma gecesi tabii. Tersinden görüyor onlar, Hinduism var, Animism’e inanan şahane bir dinleri var. Gamelan grupları sabahlara kadar çalıyorlar. Orada da öyle illaki bir şeyler flu. Tonlar hafif kayıyor, ritimler kayıyor falan ama kayıyor derken kötü icradan değil, öyle programlanmış olay, sürekli araftasın.
■ Hissiyat o değil mi?
Evet. Senfonideki 30-40 kişilik yaylı sazlar grubunun verdiği zenginlikle, bir adamı 40 kere overdub etsen aynı şey çıkıyor mu? Çıkmıyor. Aynı tondan çıkmıyor, o aradaki hafif akortsuzluklardan çıkıyor o zenginlik. Bali’de de öyle ve eminim bunun üzerine doktora tezleri yazılmıştır. Muhtemelen Endonezya ile Afrika arasında bir alışveriş olmuş. İkisi de çok cemaatçi toplumlar. Dolayısıyla icra da öyle. Öyle ben solo yaptım da öne çıktım da ne kadar iyi çaldım falan, biliyorsun öyle bir şey yok Afrika’da. Yani hep beraber çaldıktan sonra birisi gitse, işte ben ne kadar iyi çaldım falan dese sosyal olarak çok kabul edilemez bir şey. Anlayamıyorlar daha doğrusu, ‘nasıl sen daha iyi çaldın,’ diyor, ‘beraber çalmadık mı,’ diyor, anlamıyorlar yani. Kibirliysen hırsız gibi sosyal olarak dışlanıyorsun cemaatten.
■ Batının tam tersi hiç bireysellik olmayan bir durum.
Tabii, örneğin küçük çocuklara bir yarış yaptırıyorlar. İlk giden bir ödülü kazanıyor, yiyecek mi ne. Koşuyorlar, ödüle 2-3 metre kala öndekiler duruyor, arkadakiler geliyor sonra tekrar koşuyorlar. Diyorlar ‘siz manyak mısınız?’
■ Arkadaşını bekliyor gelsin yanına.
Tabii. ‘Ben onu tek başıma alırsam, ne şeyi var ki,’ diyor. Bu olguya Desmond Tutu Ubuntu adını vermiş.. “Ben ancak senle var olduğum ölçüde varım” gibi. Çıkan sonuç bireylerin çaldığının toplamından çok daha fazla bir şey çünkü.
■ Belki artık hepimizin bunu idrak etmesi lâzım değil mi?
Öyle de işte bizim toplum biraz daha maço kültür. Ben bunu Güney Amerika ülkelerinde de gördüm, Latin ülkelerinde de. Orası da bayağı bir maço kültürdür. Orada virtüözite çok daha geçer akçe. Çünkü anlaması daha kolay. Satın alması çok daha kolay. El mahareti, onu satın alıyorlar. İşin daha incelikli kısmı, daha kavramsal kısmı, daha yaratıcı kısmı gözden kaçabiliyor öyle yerlerde, onun için de bilinçli bir şekilde virtüözite işine gidiliyor.
■ Burada biraz da baskın bir eril enerji durumu da var.
Tabii, tabii. Ama eril enerjisi benden daha fazla olan mesela kadın davulcular var. Hani Wayne Shorter’la çalan kız, ben onu formasyon yıllarında tanıdım neydi?
■ Terri Lyne Carrington.
Veya Santana’yla evlenen Cindy Blackmann. Her ikisi de Tony Williams tarzı biraz çok abanıyor. Bu her iki tarafa da işliyor yani. Ama mesela piyanistlerde, çok çok sevdiğim bir kadın piyanist vardı; Geri Allen erken öldü. Bir sürü adamın ulaşamayacağı yere ulaştı. Sensibility olarak da.
■ Evet doğru o da var, o da var.
Bizde de öyle. Bizde bayağı testosteron fazlası var bu memlekette. Dışardan gelince görüyorsun.
■ Tarihsel gidersek, davula başlama lisede, 70’li yıllarda olmuş ve bilmiyordum bayağı rock çalıyormuşsun.
Ya kimse bilmiyor bunu.
■ Beatles’lar, Led Zeppelin’ler, Deep Purple’lar falan.
Bence galiba Türkiye’deki caz polisleri bunu kabul edemiyorlar.
■ Can Kozlu deyince direk caz davulcusu olarak tanıyoruz.
Kendi kendime çalmasını öğrenen bir rock davulcusu olarak başladım. Soruna cevap, 14 yaşında ilk sahnede çaldığım parça halis mulis “Jumpin’ Jack Flash” yani.
■ Rock durumu da bir yandan, acaba Can Kozlu’da 68’li ruhu var mıdır? 68 ruhu derken kastettiğim, daha muhalif bir tavır, radikal, marjinal bir duruş çünkü yaptığın her işte adeta bu böyle. Davul kariyerini bile seçmek sonuçta marjinal bir duruş.
Olmaz olur mu tabii. İyi mi kötü mü bilmiyorum. Hatta bu memleketin sorunlarının ancak bizim nesilden sonra çözülebileceği hakkında bir fikrim bile var. Çünkü biz çok ideolojik düşünüyoruz. Varsa yoksa dogma, ikna etmek üzerine değil.
■ Yüzü batıya dönük, modern, elit bir aile içinde doğmuşsun. Abin öyle. Mesela böyle bir durumda bile ben davul çalıyorum demek bayağı marjinal bir şey. Nasıl kabul ettiler? Kabul etmişler belli ve desteklemişler ama nasıl oldu bütün bunlar?
Başta etmediler. Zorlandı aile çünkü lise bitti burada imtihanlara girdim. ODTÜ’yü kazandım sonra sorular çalındı o sene. O zamanlar da vardı öyle şeyler. Ondan sonra bir imtihan daha yaptılar. Bu arada Milliyet yarışmasını kazandığımız gruptaki çocukların üç tanesi Paris’e gitti. Anneme dedim ‘hadi ben Berklee’ye gidiyorum,’ ver paraları. ‘Evladım baban yeni öldü, paramız yok,’ dedi. İki cümle yani bitti. Tartışılacak bir tarafı yok.
■ Evet ama para olsa tamam oğlum git davulcu ol, iyi yaptın mı diyecekti?
O bile değildi herhalde evet, haklısın. O zamanlar Fransız okulundan diploman varsa okullar bedavaydı Fransa’da. O gruba yakın olmak için yine müziğin peşinden Fransa’ya gittim. Hani aile de okuyorum falan zannediyor. İki sene çaktım. Matematik okudum Grenoble’da.
■ Grenoble’da matematik. Sorbonne’da ekonomi…
Grenoble’dayken bir ilan gördüm. Bir caz okulu açıldı falan diyor. Paris’te Centre D’Information Musicales. Avrupa’nın en büyük caz okuluydu bir ara. Dümeni Paris’e kırdım, taşındım oralara, part time ders alıyorum ancak denklik vermediler. ‘Askere alacaklar ne yapacağım,’ dedim. ‘Git,’ dediler ‘yazıl üniversiteye. E ne okuyacağım? Sen ne biliyorsun? Ne yaptın?’ Dedim ‘iki sene matematik okudum.’ ‘Git ekonomiye kaydol, o sana kolay gelir,’ dediler. Sabahları üniversiteye gidip öğleden sonra konservatuvara gidiyordum. Bir süre sonra da param azalmaya başlayınca çalışmaya başladım. Otelde resepsiyonda gece vardiyasındaydım, bir kışta geceleri Real Book’u elle kopyaladım, hem notasyon hem repertuar öğrendim. Fotokopi pahalıydı herhalde.
■ CIM’deki perküsyon bölümü müydü?
Yok. Normal bir caz okulu müfredatı vardı. Davul dersi de aldım ama ensemble, teori falan. Hatta hocaları kafaya alıp her derse girdim, sonra kepçeledi adam. Bunları daha önceden söylemiş miyim?
■ Evet. Ama takdir etmiş sonunda.
Burs verdi. Allah rahmet eylesin. Hayatta iki kişidir beni arkadan ittiren, biri o adamdır. Beni bayağı himayesine aldı, Alain Guerrini, CIM’in kurucusu. Öyle bir yola girdim, sonra üniversite bitti. Kaçak oldum. O bildiğin hani kaçak muhabbetleri, Paris’te kaçak gezdim bir yıl. Alain sağ olsun çok uğraştı çalışma iznimi almak için ama sonra Fransızlar, ‘sen çıkacaksın, çıkarken de pasaportuna, persona non grata vuracağız,’ falan dediler. Korkunç yani. Sonra bir turneden dönüyorum, Lyon’da tren garında gece yarısı oturuyorum davulun üzerinde, uzaktan bir adam geliyor. Baktı falan, Amerikalı. ‘Ne yapıyorsun?’ dedi. ‘İşte konserden geliyorum, Paris’e dönüyorum.’ ‘Dedi niye bu kadar suratın asık,’ dedim ‘valla böyle, Fransız okuluna gittim, kaç senedir buradayım okulda ders veriyorum beni almadılar, atıyorlar,’ dedim. ‘Hmmmm,’ dedi, ‘senin ismin ne bakayım,’ dedi. ‘Can Kozlu,’ dedim. ‘Sen beni tanımadın galiba,’ dedi. ‘What’s your name?’ dedim. O zamanlar teori için Berklee Correspondence dersleri alıyordum, adam o programı başlatan tip! Muhtemelen benim ödevleri de düzeltmiştir. Üç hafta içinde öğrenci vizem ve bursum geldi. 81 Ocak ayında ayrıldım Fransa’dan. Hayatımın ikinci büyük tramolası! Ve de çok ilginçtir, 10 sene falan gitmedim Fransa’ya. Sonra Aydın ‘gel bir konser var,’ dedi. Paris’te Le Grand Rex’de, Wynton Marsalis’in açılışını yapacağız. Bizim grup kemik gibi 2 CD çıkarmışız, sabah akşam çalıyoruz, bayağı döktürdük, ön sıra bütün eski hocalarım, eski öğrenci arkadaşlarım, çaldığım arkadaşlarım. Hocam geldi ağladı falan. O an tabii anlamıyorsun ama yıllar sonra baktığında intikam almışım yani. Birkaç gün sonra Aydın da onlarca piyanist arasından Martial Solal Piano ödülünü aldı, taçlandırdı durumu.
■ Tatlı intikam…
Tatlı intikam. Siz beni almadınız falan. Enteresan şekilde Fransız alerjim hiçbir zaman düzelmedi biliyor musun? Aşamadım, aşmak da istemedim. Adamlara sinir oldum. İster istemez Amerika’yla Avrupa’nın farkını görüyorsun. Kendimi haşa o insanlarla mukayese etmemek kaydıyla Prokofiev’inden tut bilmem nesine kadar mesela, savaştan sonra geleyim Fransa’da kalayım diyorlar, yok abi olmuyor. Herkes Amerika’ya gidiyor; Schönberg de, Stravinski de, Bartok da Amerika’ya gidiyor. Öyle bir şey var, pratik herifler.
■ Avrupa’nın kaybı oldu katı tutumu.
Kaybı oldu. Benim kazancım oldu asıl. Yıllar sonra dedim hayatta yaptığım, verdiğim en önemli kararmış. İyi ki tramola atmışım yoksa mesleğimde geldiğim yere varamazdım, mümkün değil. O zaman zayıftı, şimdi iyi çocuklar var Fransa’da. Bir nesil, iki nesil geçti aradan, toparladılar. Ama benim zamanımda rhythm section aleti çalmak istiyorsan Paris yeri değildi. Kalsaydım çok çalardım eminim, çok da popüler olurdum ama ilerleyemezdim.
■ 80’li yılların başları oluyor demek ki kimlerle çaldın Fransa’da?
Şöyle bir şansım oldu, o zamanlar Avrupa’daki festivallere tek solistler geliyordu genelde. Yani Dizzy Gillespie değilsen, Sonny Rollins değilsen, biraz daha minör solistler tek başlarına geliyorlar. Bir lokal rhythm section alıyorlar, onunla turne yapıyorlar sonra gidiyorlar ve ben büyük bir şans eseri böyle bir gruba dahil oldum. Barney Kessel’la öyle turne yaptım. Chris Wood diye Clark Terry’nin altocusu vardı, o da rahmetli oldu. Çalıştığım adamlar, mesela Chet Baker’ın basçısı. Avrupa’da yaşıyor Chet Baker falan. Hani belki Amerika’da bile o seviyede adamlarla çalamayacağım birtakım fırsatlarım oldu. Avrupa’da bizim önümüzdeki neslin, atıyorum davulculardan bakarsan bir Han Bennink var Hollandalı. Fransa’da Daniel Humair var. Daniel Humair’in çalmadığı adam yok yani. Eric Dolphy’le çalmış, Dexter Gordon’la çalmış. 55-70’li yıllar arası diyelim. Çalmadığı adam yok, inanılmaz tecrübeli bir adam. Belki New York’a gelse o kadar olmaz.
■ O kadar şöhretle çalma fırsatı bulamayabilirdi.
70’lerde, 80’lerde benim birtakım şeyleri Paris’te öğrenmem mümkün olamazdı. Her şeyi yerinde öğrenmen, yapman lâzım. O zamanlar Fransa bile cazın çeperindeydi. Kültürü, konserleri, festivalleri organize etmeyi çok iyi bilirler. Caz hakkında film, fotoğraf çeker, kitaplar yazarlar, seminerler verirler. Önüne kırmızı halı sererler, acayiptirler, sanatı koruma pazarlama konusunda ama üretim kısmında o zamanlar fazla bir şey yoktu. Ayrıca bu kadar entellektüel bir kafanın doğaçlamaya yatkın olmadığını hep düşündüm ve de Fransızlar’da hikâye anlatımı caz olsun, film olsun, kitap olsun, Amerika’daki gibi değil, zira oradaki akıcı hikâye anlatımı siyah kültüründen gücünü almış.
■ Liseden sonra yurtdışına gitmişsin ama davula başladığın 70’li yıllarda Türkiye’de kalbur üstü davulculara baktığımızda Okay Temiz, Erol Pekcan, Durul Gence, Vasfi Uçaroğlu gibi isimler var. Bir etkilenme oldu mu onlardan? Nasıldı ortam?
Davulda ilk göz ağrım elbette Durul Gence. Çünkü plak gibi, cam gibi tertemiz çalıyor grup. Cover çalıyorlar. Ondan sonra Asım Ekren, Gelişim Orkestrası. Orada da boş yok. Rahmetli Onno orada, Garo orada, Selçuk Başar bilmem ne acayip. Asım çok iyi davulcu. Öyle bir zaman diliminden bahsediyoruz ki 60’lar, öyle böyle değil. Biraz daha geriye sarayım. Ben piyanoyu herhalde ergenlik çağına girdiğim zamanlar bıraktım. O zaman Ankara‘da yaşıyorduk, ailem Ankara’daydı. Bir hafta Ob-La-Di Ob-La-Da çıkıyor, öbür hafta St. Peppers çıkıyor. O bitti Shadows falan İngiliz grupları, enstrümantal derken Cream, hem de doğaçlama yaptığı için cezbediyor bizi biraz da. O zaman farkında değilim tabii ki ama çok Afrika etkisi olan bir davulcuydu Ginger Baker. Örneğin hatırlıyorum ilk Led Zeppelin dinlediğimi, ilk Coltrane dinlediğim günü nasıl hatırlıyorsam onu da hatırlıyorum. Plak: A Love Supreme. Hiç unutmam Erkan Oğur’u çağırdım eve, ‘gel abi ben bir dinledim, sen de bir bak bu ne iştir,’ diye, sonra beraberce yamulduk tabii. İlk Mahavishnu’yu ilk Messian’ı dinlediğim zamanı da hatırlıyorum. Bir dakika ‘abi ne oluyor?’ falan diyorsun, arabayı şöyle bir kenara yanaştırıp el frenini çekiyorsun. O yetmiyor Deep Purple çıktı, Hendrix, vs çok acayip bir zaman dilimiydi. Kültür tarihi çizgisel gitmiyor. Kanımca 80’ler ne kadar şaşı idiyse 60-70 arası da bir o kadar verimli bir çağdı. Lisedeyken Rene (Macaroğlu) iyi dinle, bu iyi davulcu dedi. ‘İsim nedir?’ dedim. ‘Max Roach, saksofon çalan da Charlie Parker,’ dedi. Bir herif çalıyor lalalalala durmuyor yani sonra davul solosu geldi ‘bak şimdi iyi dinle, say,’ dedi. Dedim ‘neyi sayıcam?’ ‘Oğlum bu açık solo değil, soloyu form üzerine atıyor,’ dedi. ‘Olur mu öyle şey?’ dedim. ‘4 dakika sayıyor mu, nasıl oluyor bu iş?’ dedim. Ordayım yani, cehalet diz boyu. Sonra ben çocuklarla rock çalmaya başladım. Yani şöyle diyeyim evde oturup sırf caz dinleyip çalmamak yerine bir grupta çalmak daha iyi her zaman. Bir davulcunun çalması lâzım o yaşlarda, kesin öyle. Başta keyifli gitti ama sonra benim kafam karışmaya başladı. CIM caz okuluna başladım. Benim kafa Ellington’da vs kayıyor. 3-4 sene çok caz snobu bir dönemim vardır. Belki olması gereken de o başta biraz. Ondan sonra Mingus, Monk’lar falan ağır daldım. Rock’la bağdaşmadı yani. Tuşen de uymuyor, anlayış farklı falan, çocuklar başka birisiyle devam etmeye karar verdiler. Ben ayrıldıktan sonra 2 tane falan plak yaptılar. Onunla tekrar meşhur oldular sonra, 3-5 sene evvel. En uzun çaldığım rock grubu onlar.
■ Asia Minor Process grubu mu?
Evet. Eril Tekeli, Setrak Bakırel, Rene vardı o grupta sonra ayrıldı.
■ Neler çalıyordunuz o grupla?
Beste çalıyorlar biraz progressive rock gibi. Yes falan tarzı, bol minör akorlar, flüt var, Eril Tekeli flüt çalıyordu. Herbie Mann geldi.
■ Öyleymiş onu dinledikten sonra yön değişmiş.
Aynen. Adamın parçasını çaldık. Ödül verdiler. O yaşta bayağı bir motive ediyor. Büyük olaydı, arkasında Hey Dergisi vardı. Bir yerde var kupürü, başlık atmışlar “Zafer Cazın” diye, lafa bakar mısın? Milliyet ana sayfada fotoğrafımız yani, İsmet İnönü, Ecevit falan yok, biz varız. O zaman bile, bile değil daha uçuktu.
■ Amerika’ya gittikten sonra yani Berklee yılları başladığında zaten Fransa’dan da çalarak gitmişsin, orada nasıl bir ortama girdin, kimlerle çaldın?
Orada caz kompozisyona yazıldım. 6 ay 1 sene falan kimse seni çağırmıyor böyle oturuyorsun, oturduğun yerde sonra tamamen kulaktan kulağa. GB network diyorlar: General Business. Aklına ne geliyorsa, düğün dernekten, bar mitzvah’tan doğum gününe kadar her türlü function gig dedikleri. Yeteri kadar repertuvarın olduğuna karar verdikleri an, seni çağırmaya başlıyorlar. Amerika’ya iki kere gittim ben. Askerlik senesinde buraya geldim iki arada. Darbeden hemen sonra zor zamanda askerlik yaptım. Ordu evinde çalmalar falan. Arazi olmak istedim. Hiç müzisyen olduğumu söylemedim çünkü tahmin ediyorum başıma gelecekleri. Biri vardı ‘çalar mısın?’ dedi. ‘Yok, ben iyiyim, memnunum,’ dedim. Kızdı herhalde gammazlamış. Hemen çağırdılar, sen bilmem neymişsin falan. Bu arada bir davulcu çocuk var. O da geldi ‘abi ne olur benim işimi bozma. Benim 2 ay kaldı terhisime’ falan. Dedim ‘hiç işim olmaz, sen çalmaya devam et,’ ‘Ama aranjör, bilmem ne diye duymuşlar,’. ‘Komutanım yapamam, şimdi kitaplarım falan İstanbul’da,’ dedim. Sen misin onu diyen, 24 saat sonra kitaplar geldi. Beni odanın içine kapattılar, kapıya nöbetçi, yaz aranjman yaz.
■ Hangi şehirdeydi?
Burdur. Neyse, Allahtan parasızdı. Kura çıkmıştı. Annem bir çılgınlık yapmış. Kura şöyle; celbini aldırıyorsun ondan sonra kura çekiliyor ama çıkmazsa da yapıyorsun iki sene. Düşünebiliyor musun riski? Ben daha okuyorum orada. Çok korkusuz kadınmış. Kura çıktı iki ay. Dedim şahaneymiş. Sonra kaldım burada. O kış benim için en büyük kazanç Emin hoca oldu. Emin hocayla muhabbetim yoktu daha evvelden. Yakın da oturuyoruz birbirimize. Aynı hocayla, Herb Pomeroy’la çalışmışız Berklee’de, Arif zamanından kalan ünlü bir yazma hocası. Aramızda bir yakınlaşma, bayağı bir muhabbet oldu. Sonra bir grup kurdum. Budak diye Caddebostan’ın orada bir açık hava sinemasında 3 nefesli bir konser organize ettim. Yazdım, çizdim falan. Rahmetli Nükhet vardı, Şenova vardı. Neyse sonra da döndüm. Ben döndüğümde Aydın Esen gelmişti. Daha evvel Ali Perret ile çalışıyordum. İlk sene, bana ilk işimi Ali vermişti. Geldiğim an acayip moral olmuştu, hatırlıyorum. Düşünsene ayağının tozuyla geldiğinin ikinci haftası caz kulübünde çalıyorsun. Sonra ikinci gidişimde Aydın’la okulda posta kutularının önünde çarpıştık. Adını duymuştum, Erkan Oğur dedi galiba, ‘bir oğlan var çok güzel Rachmaninov çalıyor,’ diye. Aydın’la tabiri caizse siper arkadaşı olduk. 3 yıl aynı evde yaşadık, 7/24 çaldık. Evimiz neredeyse bir workshop gibiydi. Aydın’ın ufak bir odası vardı oraya davulları kuruyordum, gece sabahlara kadar çalardık, oda orta sahanlığa bakıyordu, oradan millet dinlerdi. Bayağı bir fenomendi Aydın, o yıllar Boston’u fena salladı. Aydın New York’a gittikten sonra birkaç ay boşluğa düştüm. George Garzone’la çalmam o zaman başladı.
■ Oralara gelmeden önce biraz duralım. Türk caz tarihinde davulla, perküsyonla ilgili yurtdışında ilk eğitim alanlardansın bildiğim kadarıyla. Okay Temiz hariç, Can Kozlu’ya kadar alaylı bir caz davulcuları silsilesi var. Ama Can Kozlu’nun geri dönmesi ve tekrar buradaki varlığıyla bir anda radikal bir dönüşüm oluyor, yeni bir yol açıyor Can Kozlu bu anlamda. Dışarıdan bakınca bu çok rahat gözlemleniyor.
Doğru, haklısın, formasyonum yurt dışında oldu. Evet, bana burada çok emeği geçen olmadı.
■ Şunu sormak istiyorum, özellikle davulda, yurtdışında eğitim görenlerin, tuşe, cümleleme, parçayı işleme gibi yönlerde tınıları çok farklı duyuluyor. Bunun sebebi tam olarak nereden kaynaklanıyor?
Biraz evvel dedim ya, Fransa’da kalsaydım olmazdı diye. Gidip izliyorsun, yani plak dinliyorsun bir şey, ama o adamın o sesi nasıl çıkardığını görüyorsun. Gidiyorsun oturuyorsun, bakıyorsun herif zile nasıl vuruyor, zamanı nasıl koruyor, hareketlerine bakıyorsun. Neyi niye ne zaman yapıyor, görüyorsun yani mutfağa giriyorsun.
■ O havanın içinde olmak, birebir görmek…
O bir. Olayın başka bir yönü de var; o da enerji, sadece fiziki enerjiden bahsetmiyorum. Kafa enerjisi. Kafa enerjisi, hatta yeni bir terim var, yaratma enerjisi diyorlar. Sonraları Dave Liebman bunun bir Post Coltrane olgusu olduğunun altını çizip “Plateau Playing” diye adlandırdı. Bir anlamda parça boyunca yaratıcı enerjinin katmanlar halinde yükselme durumu. Kendimden bahsetmeyi sevmem, doğru da değil ama şöyle bir şey olduğunu hissettim. İstanbul’a ilk döndüğüm yıllar yani 90’lı yılların başı diyeyim. Naima var, birkaç kulüp var, etrafta İmer çalıyor, Kerem çalıyor vs. Kulübe girip iki parça çalıp kulübü dağıttığımı hatırlıyorum yani. Solo olarak değil…
■ Ruh, enerji olarak.
Birkaç yıl önce Turgut Alp Bekoğlu böyle bir anısını paylaştı. Naima’ya bir geldin ‘abi ya inanamadım,’ dedi. Üzerinde çok etkim olmuş. Yaktığın ateşle birilerinin ısınmış olmasını duymak güzel bir his. Eminim Turgut da birilerini motive etmiştir. Önder Focan da ‘sen gelince ben şey oluyorum,’ dedi, ‘tam terimi bulayım, şimdi yanlış bir şey söylemek istemiyorum, kendimi çalmak zorunda mı hissediyorum,’ dedi; ‘veya daha iyi bir şeyler yapmak zorunda mı hissediyorum,’ dedi, ‘çaldırıyorsun yani, motive ediyorsun,’ dedi. Kapasite meselesi. Benim kreatif enerjim 7 dakika sürüyor, Jack De Johnette’in 27 dakika sürüyor anladın mı? Sadece kreatif enerji değil, onu destekleyecek fiziki enerji de var, o ayrı bir konu. Şimdi bütün bunları buradan halledemezsin. Mümkün değil yani. Hatta sana şöyle bir şey söyleyeyim bunu insan yaşadıkça anlıyor. Geldim, Boston’a indim o kadar yorgunum ki jet lag falan da olmuş sanki kafa sarhoşu gibi. ‘Sabah giriş imtihanım var gidip yatacağım,’ dedim. ‘Yok yok olmaz,’ dediler, kulübe götürdüler. Gittim, hani yıllar sonra benim de Garzone’la, Aydın’la falan çaldığım bir yer. Bir grup çalıyor. 5 dakika dinledim, var ya bana dönüş biletimi ver hemen dönerim yani, işim olmaz sahnedeki gerilim bu seviyedeyse. Sana, hızlı çalıyorlar demiyorum, zor parça çalıyorlar da demiyorum, yani happy birthday bile çalsalar sahnede öyle bir enerji var ki, fazla geldi yani. Orada Garzone’un davulcusu varmış, yıllar sonra benim ustam olacak, hatta tek ustam dediğim Bob Gullotti rahmetli, Jerry Bergonzi varmış, bu gitarist de çok iyi falan dediler. İki gün sonra Miles’la plağını buldum, Mike Stern’müş. Onları dinlemişim, işim olmaz. Danilo’nun (Perez) başına aynı şey gelmiş, Panama’dan Boston’a geldiği akşam Willows Jazz Club’da bizi dinlemeye gelmiş, ‘sizi dinledim, moralim bozuldu, 1 hafta piyanoya dokunmadım,’ dedi. Kerem, Eskişehir’de Elvin Jones’la çalıyor, aradı beni, ‘abi çalamıyorum,’ dedi. ‘Araya giremiyorsun.’
■ Yoğunluktan mı?
Biraz yoğunluk biraz da Doğu yakasında bir aciliyet durumu var. Dave Holland, Miles’la kayıt yapıyor, 2.ci parçada Tony kalkıyor yerinden Holland’a bak burada buyur yok, bir şey söyleyeceksen sesini yükselt diyor. Yani kimse yahu şu çocukcağız da ayağının tozuyla Londra’dan geldi hadi ona da bir yer açalım yok, öyle bir şey yok. Diyeceğin bir şey varsa omuz atıp öne çıkıyorsun, yoksa da yerinde duruyorsun. Orada hayat öyle çünkü. O kreatif enerji, o New York enerjisinin yarın ölecekmişsin gibi biraz varoluşsal bir tarafı var. O enerjiyle geldiğim senelerde birazcık sağa sola pozitif bir etkim olmuş demek ki. Sonra Aydın New York’a gitti. George’la çalmaya başladık, çağırmaya başladı.
■ Hoca mıydı Berkelee’de?
Saksofon hocasıydı. Ensemble’ı vardı. Benim filmi izledin mi?
■ İzledim.
Light Out Ensemble’ı işte. Işıkları kapattığı meşhur ensemble. Ben de çaldım orda, filmde geçmiyor. Bir gece bir kulüpte Aydın’la çalıyorduk, geldi barda durdu, gelip çalmadı, yadırgadım. Meğerse beni check ediyormuş, 3 hafta sonra çağırdı ‘Willow’s da çalacağız,’ dedi. O zamanın en baba caz mekânı, cumartesi akşamı. ‘Ooo dedim, şahane. Ne oldu?’ dedim. ‘Bob, Bergonzi’yle Avusturalya’ya turneye gitti. John Lockwood, sen ben falan.’ Gittim, heyecan, kurdum davulu. Benim için Berklee diplomasından daha önemli bir şey. Kimse yok etrafta, saat 10.00 oldu, kapı açıldı, geldi bu. ‘Hey Cany, falan, ‘where is John Lockwood?’ ‘Hahaha John yok, ıt’s you and me baby,’ dedi. Ne oldum biliyor musun? Ufaldım, yok oldum. Ne yapıcam, cumartesi, kulüp de doluyor. Orada bir set çaldık. Ondan sonra ikinci set, cumartesi akşamı ya millet sağda solda partilerde, oralarda, düğünlerde falan çalan tipler gelmeye başladı. Aralarında hocalar var, çok önemli herifler var. Şöyle bir sahne var ve benim böyle birkaç hafta boyum uzadı Boston’da. Bas yok, önümde 4-5 tane horn var. Dixieland gibi ama dixieland çalmıyoruz. Gece 2’ye kadar falan çalındı orada. Hayatında unutamayacağın gig’ler vardır ya, işte o sıralamada vardır benim için. 1 hafta 10 gün böyle Boston sokaklarında birkaç cm uzamışlığım vardır yani. Çünkü biz o kulüpte ilk geldiğimiz sene bir iş aldık Aydın’la. Yazmış, güzel şahane parçaları var. Sade 1 masa var, ona, adama bakıp çalıyoruz. Üstelik de pazartesi akşamı, cumartesini vermiyorlar tabii. Çaldık, çaldık sonra o adam da gitti, moral sıfır. Öyle bir yerde 3-4 sene sonra cumartesi akşamı full house çaldığın zaman, buradan diplomayı herhalde aldım diyorsun. Bu şeyler önemli. Ödüller, diplomaların hiçbir önemi yok, senin kafanda ikna olman lazım çünkü her seferde sıfırdan başlıyorsun. Grenoble’a git sıfırdan, Paris’e git sıfırdan, Boston’a git, New York’a git sıfırdan. İstanbul’a gelince de bakma. Benim İstanbul’a gelişim de öyle. İşte festivale geldik, çaldık güzel bilmem ne ama normal iş fazla yoktu yani. Özel ders vermeye başladım. Çok küçük bir camia içinde ‘aa Can Kozlu gelmiş, bir şeyler yapıyor,’ tamam da hayat devam ediyor, koca adam olmuşun.
■ Garzone filmi fikri nereden doğdu?
Şöyle bir şey oldu, benim sinema dünyasından tanıdığım müzik seven arkadaşlar var, kameraman, görüntü yönetmeni falan. 2006’da rahmetli eşimin kanserinden 1-2 ay sonra bayağı sulak bir yerde evimiz vardı. Evimizi su bastı ve benim davullar, araba sele gitti. Zaten feleğim şaşmış, bir de böyle bir şey oldu. Allah herhalde benim müzik çalmamı istemiyor dedim. Böyle bir ara işler bayağı yavaşladı sonra hastalık ilerleyince daha da az çalmaya başladım. 80’lerden beri çaldığım 1 tane davulum var, senin de bildiğin o Gretsch, 2011 yılında bir tane yeni davul yaptırayım dedim. İtalya’da Bergamo’da Soprano Drums var, meşhur bir luthier var orada; adı Marco Gambirasio. Ona bir davul yaptırdım, dedim bir yerlerde çalmam lazım, bir şey yapmam lazım. Aklıma geldi, 93’te zaten çalmışız, George’u çağırayım, çalalım. Aydın da buradaysa belki o da gelir 1-2 parça çalar deyince bunu duyan çocuklar çakozlamışlar durumu, bundan iyi bir şey çıkar diye; Can’a haber falan vermeyelim, biz örgütleyelim demişler. Sonuçta, Garzone’u gelişinden, gidişine kadar belgelediler. Sonra 2014’te Oya’yı kaybettik sonra da Ayşe gitti falan. Araya bir şeyler girdi, film unutuldu gitti. Ayşe son 6 ayında Türkiye’deydi. Bayağı da benle kulüplere geldi benim çevremle çok yakından tanıştı. Filmi çeken çocukların hepsi tanıyor. Ekip olarak biz bu filmi kendimiz için yapmamız lazım, yaparsak bize iyi gelecek filmi de Ayşe’ye ithaf edelim dedik. Belgesel yönetmeni olan arkadaşlarım var yolladım onlara. Dediler ki burada sahne arkası çekimleri için fazla materyal var ama bir belgesel için yeterli materyal yok. E napıcaz? O zamanlar yeni bir sistem başlamıştı, mesela buradan Garzone’la Boston’da bir interview istiyorsun, senin şu anda yaptığı gibi, ama görüntülü. Şirketler var, giriyorsun web sitesinden konuyu söylüyorsun sana 10 tane resim çıkıyor, kimi istersin diye. Soruları giriyorlar, senin için çekiyorlar. Bunu yaparaktan çocuklarla yapılan o interview’ların çok büyük bir kısmını hallettik.
■ Yani parçalar bütünleşmiş gibi, bir nevi puzzle tamamlar gibi.
Aynen. Çünkü baştan belgesel yapacağız diye çıkmamışız ki ortaya. Onun için öyle hafif bir amatör tarafı var ama samimiyetinden biraz kurtarıyor, öyle oldu yani. Sonra bir festivale yolladık, bir şeyler yaptık. THY’nın denizaşırı seferlerine koymuşlar. Kızımın ruhu şad olsun, biraz öyle bir manevi tarafı oldu. Ama adama da çok yaradı. İşin acı tarafı, Garzone da bundan 3-4 sene sonra oğlunu kaybetti iyi mi. Hayat ne acayip değil mi? Filmde gördüğün çocukların çoğu da acayip meşhur oldular. Grammy aldı bir tanesi; plajda konuşur, kafasında sinek dolaşır, önemli bir piyanist Leo Genovese diye. Hoşluk oldu, Garzone’nun kızları, oğulları, herkese de ulaşamadık. İngrid vardı trompetçi Kanadalı, bir de hani kontrbas çalıp şarkı söyleyen siyah kız var ya…
■ Esperanza.
Bir de Esperanza vardı, o da çok celebrity olmuştu, cevap bile vermedi. Kendi içinde bir şey oldu yani. Bu film işi çok zormuş bu arada. Bizim işten çok daha zormuş. Bayağı ekip işi ve süreç çok uzun.
■ Youtube’da beraber çaldıklarınız var; hem kayıtlar çok güzel hem çekimler. Onların paylaşılması da çok iyi olmuş.
Çok daha fazla interview var aslında, adam çok ilginç şeyler söylüyor ama hepsini koyamıyorsun. Böyle 20-25 dakikalık materyal daha var. Bir ara bir fırsat olsa da koysak. Güzel şeyler söylüyor adam.
■ Bekliyoruz başka projeler de olursa.
İnşallah. Bu güzelmiş, belgesel olayı hoş bir şey aslında. İsterdim hayatımda böyle 1-2 karakter vardı, yaşamları boyunca belgelensin diye.
■ Eğitmenlik konusuna gelmek istiyorum, CIM yıllarında başlamış. Bilgi Üniversitesi var, Ali Perret ile beraber. Şu anda piyasada olan önemli müzisyenler buradan mezunlar. Ekonomik sebeplerden mi kapandı bölüm?
Evet, zorladı bizi, zorlayacağı da belliydi. Bu icra ekibinde birebir ders yapman lazım yani her öğrencinin karşısına 1 saat 1 hoca koyuyorsun. Yani düşünsene normal üniversitede amfiye koyuyorsun 300 kişi, hadi bilemedin ufak sınıfa 30 kişi, ama burada 1 kişi koyuyorsun hocanın önüne, düşünsene maliyeti. Lüks oldu. Biz de biraz daha yönetimi evvelden uyarıp, hazırlıklı yakalanabilirdik. Sonuç olarak ne Ali’nin ne benim işletme tecrübemiz yok. Kendimiz tamamen müfredattı şuydu buydu, işin yaratıcı kısmıyla ilgilendik. Yumurta kapıya dayanınca dedik ki bari sade icra kapansın kompozisyon devam etsin. Ben 3-4 gün evvel gittim, bir seminer verdim, Hindistan ritimleri üzerine. Oradaki çocuklar da bir alet falan çalıyorlar, genelde asıl olarak alet dersi almıyorlar, beste yapıyorlar. En azından bölüm kapanmadı, işte o arada da kim çıktıysa çıktı yani, bayağı şu anda bu işten para kazanan, ailesini geçindiren atıyorum bir 100-150 kişiyi yetiştirdik yani fena değil. Hiç olmamasından daha iyidir, hayatımda yaptığım iyi işlerden biridir diye düşünüyorum.
■ Öncü bir iş, o dönemlerde başka pek yoktu. Şimdi konservatuvarlarda caz bölümleri açıldı. Bu bölümlerin eğitimi, işlevi hakkında ne düşünüyorsun?
Ben sonrasını takip etmedim. Şu anda Bahçeşehir’de bizim eski öğrenciler var, ikinci nesil diyelim. Hiç gitmedim. Ne oluyor ne bitiyor hiç bilmiyorum. Umarım orada da iyi bir şeyler yapıyorlardır. Bu işler çok uzun vadeli, ilim ve sanatta aktarım nesiller alıyor, onu anladım.
■ Mezun olduklarında Türkiye’de bu öğrencileri barındırabilecek çalışma ortamı var mı?
Güzel bir soru. Hiç zannetmiyorum. Bugün daha yeni bir yazı okudum. Günde ortaya çıkan şarkı adedi kaç dünyada biliyor musun? 126.000! Günde! Güzel, demokratik herkes yapsın. Nereye gireceğim ben? Bir günde 126.000 şarkı olur mu? Şimdi bir de yapay zekalar falan parça yapmaya başlayacak. Hatırlıyorum İdil Biret’e bir ara sormuştum da ‘ben ders vermeyi düşünmüyorum, vermek istemiyorum,’ dedi. ‘Niye?’ dedim. ‘Eğer bir iş bulma kurumu açarlarsa konservatuvarlarda o zaman yaparım,’ dedi. İşsiz mi yetiştireceğim demeye getirdi.
■ Bir yandan da kulüpler daha fazla, konserler çok, lebalep kayıtlar var. Dünyayı yakalayabildik mi, neresindeyiz?
Rakamlar önemli. Ne kadar fazla bu işe adam girerse iyi. Çünkü bir ülkenin insanı diğer ülkenin insanından daha zeki değil. Atıyorum, Amerika’da 5 milyon davulcu var mesela, burada belki 5000 tane var bilmiyorsun. İkinci olarak ne kadar çalınırsa o kadar iyi. O tamam. Ondan sonra eğitim bacağında, hani bu böyle giderse mesela bir nesil sonra iyi adamlar görürüz diye düşünüyorum. Biz hâlâ çok çeperindeyiz dünyanın, kültürel olarak da. Ben ondan endişe ederim çünkü bir içe kapanmışlık var. Dünya zaten içine kapanık, abuk bir yere gidiyor, yani bir taraftan tamam youtube’e giriyorsun, akşam bilgisayarın karşısında oradan bireysel olarak connect’sin ama dediğim gibi birebir yaşaman lazım. Hatırlar mısın 2000’lerin sonuna doğru İstanbul bayağı bir ‘in’ oldu, yabancılar gelmeye başladı. Heykeltraşlar, ressamlar yaşamaya başladı Cihangir’de, orada burada. Çünkü bir ekonomik gelişim vardı. Avrupa Birliğine gireceğiz diye bir şey oldu. Onlar da ilgi duymaya başladı. Birtakım düzeltmeler yapıldı, ekonomik ivme her zaman lâzım, bereket olunca oluyor bu işler. Hatırlıyorum yani haftada 1 gece falan çıkardım hani çoluk çocuk doğduktan sonra da kopmayayım diye. İşte Roxy’e giderim, Roxy’den çıkarım Kemancı’ya giderim sonra inerim Kemancı’nın alt katına, oradan bilmem nereye giderim falan bayağı bir şey vardı, bir şeyler oluyordu yani. Şimdi de belki oluyor ama biraz kendin çal, kendin oyna mı? Yani o zaman çok daha fazla yabancı müzisyen de vardı Türkiye’de. Kerem Görsev, İmer Demirer kimlerle çalaraktan öğrendiler bu işi? Biraz evvel sana söylediğim Daniel Humair nasıl öğrendiyse, Han Bennink nasıl öğrendiyse, Fransız’ı, İtalyan’ı, bizimkiler de öyle öğrendi, yani ustalardan, bu denli basit. Çömezlik yapacaksın, ustanın yanında öğreneceksin ve çok doğru bir şekilde öğrendiler yani. Ahlakını da tekniğini de. Geliyor mu şimdi Amerikalılar? Gelmiyor. Fransız’ı geliyor mu, İtalyan’ı geliyor mu, Hintlisi geliyor mu? Gelmiyor. Ne geliyor? Rus’u geliyor, Arab’ı geliyor. Herkes Berlin’e gidiyor. Paris’e gitmiyor mesela, herkes Berlin’e gitmek istiyor çünkü Berlin mıknatıs oldu. O kadar yaratıcı adamı dar bir alana hapsedersen ki bayağı 150 bin sanatçı var orada. Ressam, müzisyen, tiyatrocu atıyorum bir şeyler çıkıyor o sürtüşmeden.
■ Berlin’in alt yapısı da 100 yıldır var bu konuda.
Şimdi, şehirde tarih var, şehirde sanat var ve daha önemlisi ucuz. Berlin’deki yiyecek buradan daha ucuz. Kalabalıklaştığı için kiralar pahalanmaya başladı. Enflasyon her yerde olduğu gibi orada da arttı. Dolayısıyla biraz bir kayma durumu var Krakow , Lizbon vs.
■ Burası da çok pahalı oldu.
Ankara’da müzisyen olduğunu düşün, geldin, gençsin, 20-25 yaşında çalarak yaşayacaksın, nerede, hangi evi kiralayacaksın, nerede oturacaksın İstanbul’da?
■ Çalarak yaşamak çok zor.
Yok, unut yani. Onun için buranın normalleşmesi lâzım, eski haline kavuşur mu, kavuşmaz mı, bilmiyorum çünkü coğrafya buna müsait, her yere yakınsın yani, İtalya 2 saat. Oradan buradan herkes bir sürü insanın gelmesi lâzım. Burası bir kültür şehri. Değişik şeyler için de uygun ama ben onu pek göremiyorum. Onun dışında, yurtdışında gözlemlediğim bir gelişmenin benzeri bizde de oldu açıkçası. Wynton Marsalis tayfasının neo klasik, göyya kaleyi korumak uğruna tutundukları tutucu tavrı ben bizdekilerde de görüyorum, hatta beraber çaldıklarımızla konuştuklarımızda söylüyorlar. Bizim eski çocuklarla da konuşuyorum yani ‘hocam siz,’ diyorlar, ‘korkmuyorsunuz, biz sağlamcıyız,’ diyorlar. ‘Oğlum neden korkuyorsun? İmajından mı korkuyorsun?’ dedim. Benim yaptığım işler gittikçe daha deli. Son 1-2 senede kaydettiğim işler, Oğuz Büyükberber’le bir Monk kaydı yaptık. En son Tolga’yla yaptık bir şeyler, deli deli şeyler yani. Ali’ye bakarsan benden daha deli. Ama öbür tarafta bizden 20-30 yaş daha genç çocuklar 1950’lerde yapılmış hard bop vs hâlâ o kulvarda gidiyorlar.
■ Periferide devam yani?
Evet biraz öyle.
■ Yaptığın kayıtlar arasında mesela şunları çok severek çaldım, tam da beni temsil eder diyebileceklerin var mı, favori olanlar?
Yooo değişik şeyler, bilmiyorum ki neleri buldun? Kayıt deyince çıkanları biliyorsun tabii. Ali Perret’nin Mingus projesi vardı mesela, yayınlanmamış bir proje o. Onun web sitesinde var, o aklıma geliyor. Aydın’la yayınlanmamış kayıtlar aklıma geliyor. Tam caz değil ama mesela Oğuz Büyükberber falan Durga grubu olarak Vassiliki Papageorgiou’ya bir kayıt çalmıştık. ‘Silk Road’, plak Yunanistan’da o yılın dünya müziğine seçildi.
■ Hazır konusu da açılmışken, dünya müzikleri ile ilgili çalışmaların var ama biz bunların neler olduğunu bilmiyoruz. Can Kozlu dünya müziği ile ilgili ne yaptı ne yapıyor? Hangi kültürleri inceledi, çaldı mı, kimlerle?
Bilmiyorsunuz değil mi? Perdelemedim aslında. Batı Afrika Perküsyonu diye bir grup kurdum 93’te. Pozitif bayağı destek oldu, mekân verdiler, 1-2 yıl devam etti sonra Bilgi Üniversitesi başlayınca zaman yetmedi. Sonra Bilgi’de Hint ritimleri eğitimini vermeye başladım. Aslında proje de yok değil, şu anda kafamda bir şeyler var, düşünüyorum yani. Fikirler dönüyor.
■ Bir standartla son soruyu sorayım “What Are You Doing The Rest Of Your Life”?
Güzelmiş. Plan projede olan halen iki tane yazı var. Biri kitap. Davul üzerine. Batı Afrika ve Güney Hindistan dolaylarında gezinti. Bir başkası da anılarımın bir kısmını kaleme almak. Kuvvetli bir hafızam var; unutmuyorum bir sürü şeyi. Mesela Amerika’da yaşadığım ilginç bir şey olur, rakı sofrasında anlatırsın falan. Birkaç kere ‘Can hoca bunları yazsana,’ dediler. Bunu diyen insanlar da hani eğitimli böyle, bana yalakalık olsun diye değil. Hani gettolarda mettolarda falan yaşanmış enteresan şeyler, biraz ne bileyim, Amerika’daki hayattan kesitler olabiliyor, müzisyen hayatından kesitler falan. Sonra oturdum bir başlık attım valla 100 tane falan başlık çıktı. Bir arkadaşım cihaz hediye etti, ona konuşuyorsun kaydediyor falan. Abim yazar, yani adamın 10 tane mi 15 tane mi kitabı var. O çakozladı durumu, ‘sen yapamayacaksın,’ dedi. Benim yazma yetim gelişmemiş herhalde, ‘sen konuş,’ dedi ‘sonra bunu yazıya dök, ondan sonra da edit et,’ dedi. ‘Çünkü çaldığın gibi konuşuyorsun, oradan oraya zıplıyorsun,’ dedi.
■ Yeni projeleri dört gözle bekliyoruz doğrusu. Söyleşi için çok teşekkür ederim. Umarım ileride yine yaparız.
■■■
Diskografi
- 1988 Aydın Esen – So Many Lifetimes
- 1989 Aydın Esen – Pictures
- 1990 Aydın Esen – Aydın Esen
- 1994 Kerem Görsev – Hands & Lips
- 1995 Maffy Falay Quintet – Live İstanbul Festival
- 1995 Önder Focan – Erken
- 1996 Kerem Görsev – For Murat
- 1998 Vassiliki Papageorgiou – Silk Road
- 1999 Grup Gündoğarken – Mest Of
- 2017 Oğuz Büyükberber Quartet – Off Monk
- 2018 Tolga Tüzün – Tales Of Angst, Numbness and Hypertension
- 2019 Burak Bedikyan – İstanbul Kavşağı
- 2023 Tüzün Büyükberber Kozlu – If-EP
Diğer İşler
- 1991 Piano Piano Bacaksız (film) – Besteci
- 2003 Alacakaranlık (dizi) – Oyuncu
- 2018 George Garzone: Let Be What is – Yönetmen
■■■