Benim En Büyük Efsanem: Peter Brötzmann
Hayatımızda önemsediğimiz insan sayısı, yaş aldıkça azalmaya başlarken; hayatımıza dokunan, iz bırakan ve anlam katan çok değerli gördüğümüz insanların bu dünyayı terk edişlerine şahit olmak; bu uçsuz bucaksız dünyanın kucağında yapayalnız kalmak gibi.
Nereden başlayacağımı ve nasıl anlatacağımı bilmiyorum.
Peter Brötzmann’ın beklenen vedası, her şeye rağmen benim için ani ve yıkıcı oldu.
O benim yaşayan en büyük efsanemdi.
Pandemiyle başlayan zorlu yaşam mücadelesi ve sağlık sorunlarına rağmen son nefesine kadar, en büyük aşkı olan müziğini duyurmaya ve sevenleriyle buluşmaya devam etti.
Her kişinin bazı alışkanlıkları vardır; benim de alışkanlıklarımdan biri arada bir Peter’in facebook sayfasına göz atmaktı. Kimlerle çalıyor, nerede konser verdi ve yeni bir haber var mı…
Şimdi bu hüzünlü kısımları kendime saklayarak sizlere, onu nasıl keşfettiğimi, devamında onunla nasıl tanıştığımı, provaları ve konserimizi anlatmak istiyorum.
2005 yılı. Konservatuvardan yeni mezun olmuş taptaze bir müzisyenim ve çalmayı en çok sevdiğim alan olan doğaçlama müzik üzerine araştırmalar yapıyorum. 20. yüzyıl müziklerine ve jazz’a olan ilgim fazlasıyla artmış ve efsane olmuş, değişik yapılar içeren, yeni bir sürü bestelenmiş müzik içerisinden birden bire sivrilen Peter Brötzmann’ın efsane albümü Machine Gun (1968) karşıma çıktı. Albümü dinleyenler bilir ki, böyle bir müziği daha önce dinlememiş birisi için bu albüm beton etkisi yaratır. Free music, free jazz nedir; ilk uyanışım bu albümle oldu. Beni şok içerisinde bırakan bu albüm ve Peter’in geçmişi, merakımı fazlasıyla arttırdı ve etkiledi.
2010 yılına doğru, doğaçlama müzik üzerine yoğunlaşarak bazı bestelerime ufak ufak free müzik öğeleri eklemeye başlamıştım. 2011 yılı içerisinde ise free müzik yapan Türkiye’nin öncü ve en eski grubu olan Islak Köpek grubunun bir parçası olmuş ve kendimi tamamiyle bu müziği deneyimlemeye ve öğrenmeye açmıştım. Grubum ve yaptığımız müzik sayesinde bambaşka bir dünyanın kapısı aralanmıştı. Enstrumanımın ses sınırlarını zorluyor ve fazlasıyla farklı sese ulaşmaya çalışıyordum. Konserler, provalar, albüm kayıtları ve bu alanda dünyanın önemli ustalarıyla buluşarak, müziği farklı bir açıdan ifade etme ve enstrumanımı istediğim gibi çalabilme özgürlüğüne aşık olmuştum.

Yıl 2015. O dönem yakın arkadaşlarım olan Konstrukt ekibinden heyecanlı bir haber geldi.
Peter Brötzmann ve Joe McPhee ile bir konser planlanıyorlardı ve bu konserin provaları yaşadığım evin stüdyosunda gerçekleşecekti. Bu benim için inanılmayacak kadar büyük bir andı.
Ve o gün geldi! Kapıyı açtığımda karşımda Peter Brötzmann ve Joe McPhee duruyordu.
Aslında nasıl komik bir an. İnsan ne yapacağını şaşırıyor. İlk sorum tipik bir Türk kızı olarak, ne içersiniz oldu, tıpkı bir ev hanımı gibi. Peter Türk kahvesini çok sevdiğini ve favori kahvesi olduğunu söyledi. Tabi o kahveyi yapmanın keyfi de bir başka oldu benim için.
Evin içerisinde saatlerce duyduğum müziği, provayı ve performansları size anlatmam mümkün değil. İçim içime sığmıyordu, içeriden gelen sesler ateş gibi, tutkuyla yükseldikçe sabırsızlığım artıyor, kendimi tanıtma ihtiyacım nüksediyordu. Ara verdiklerinde Peter kararlı, düşünceli ve sessiz, Joe ise oldukça neşeli, rahat ve mutlu gözüküyordu. Peter neredeyse ona soru sorulmadığı sürece konuşmuyordu. Evin küçük kızı olan ben ise, onları mutlu edebilmek için yiyecek bişeyler hazırlıyor ve mümkün olduğunca, tabiri caizse, ayak altında olmamaya çalışıyordum. Usul usul efsaneleri gözlemliyordum. Peter’a yaklaşmak en azından bir soru sormak ve kendimi tanıtmak istiyordum ama korkuyordum. Bakışları, duruşu gerçekten çok sertti. Çok ciddiydi. Arada bir bıyık altından naif bir gülüş görebiliyordum ama cesaret edemiyordum. Joe ise onun tam tersiydi ve onun rahat enerjisi sayesinde ilk söze girebildim.

Peter’e baktım ve “Maestro, siz benim için çok özelsiniz ve yaptığınız müzikte benim için çok önemli. Ben besteci, çellist aynı zamanda 2010 yılından beri free müzik yapan biriyim ve müsade ederseniz sizinle ve elbette Joe da kabul ederse, bir prova yapmak isterim” dedim. Peter ve Joe afallamış bir şekilde suratıma bakıyordu; ben ufak bir civciv gibi karşılarında titremeye başlayacakken, Peter gülümsedi ve “Elbette, prova sonrası bir kez seninle deneyebiliriz” dedi. Joe ise omzumu tuttu ve durumu onayladı. Tahmin edebilir misiniz yaşadığım heyecanı ve mutluluğu?
“Machine Gun” ile yani efsanemle çalacaktım. Bir büyük şansa değil, iki büyük şansa sahiptim. Joe McPhee ile de çalacak olmam büyük ama çok büyük bir olaydı. Şimdi düşünüyorum da ne büyük cesaret! Bunu şimdi olsa yapamazdım.
İçeriden seslendiler: ”prova bitti Gülşah, çellonu kap gel hadi.”
Peter ve Joe ara vermek için bahçeye çıktı. Konstrukt ekibiyle ufak bir ısınma turu yaparak provaya hazırlandım ve 5 dk sonra sol yanımda Peter, tam karşımda Joe duruyordu. (Bu provanın kaydı var.)
Peter her zamanki gibi hızlı ve yüksek bir enerji ile cümlesine başladı; hemen ardından Joe ona katıldı ve diğer müzisyenler hızla devreye girdi. 1-2 dakika beklediğimi ve o an orada gerçekleşen müziğe nasıl bir ses ve tavırla yaklaşmam gerektiğini düşünürken, yine büyük bir cesaretle, Peter’dan bunca zaman gördüğüm her şeyi hızla düşünerek, yani aslında onu taklit etmeye çalışarak, müziğin içinde süzülmeye, onlara cevap vermeye ve kendimce kontrastlar yapmaya başladım. Gözlerimi her kapattığımda, yaşadığım şeyin ne büyük bir şans ve tecrübe olduğunu düşünüyor ve “Tanrım bu ne kadar zor bir müzik, olmuyor, yapamıyorum, böyle değil başka bir şey var, hayır hayır doğru çalmadın, müziği dinle, müziği dinle, notaları duy, tavrı duy…” dediğimi defalarca hatırlıyorum.

Peter’ın ve Joe’nun gözleri üzerimdeydi. Kendimi asla beğenmiyordum, her zaman çaldığım gibi de çalamıyordum. Yapmaya çalıştığım şey onları tekrar etmeye çalışmak veya çaldıkları her notanın nereye doğru gittiğini keşfetmeye çalışmaktı. Bu, bugüne kadar çaldığım en farklı müzikti ve ben bu müziği çalmayı bilmiyordum çünkü bu müzik free jazzdı ve free jazzda, free müzik nasıl yapılır ilk kez deneyimliyordum. Free jazz’ı iliklerime kadar hissetmiştim ve bu çok benzersizdi. Çok heyecanlıydı, çok tutkuluydu, ateş gibiydi, çok yüksek bir enerjiydi. Free müziğin o güne kadar bana yaşattığı tatmin bir anda içimde dönüşmüştü, bu müziği ya öğrenmeliydim ya da bu müziğe free müzik tavrıyla nasıl yaklaşmam gerektiğini iyi analiz etmeliydim.
Peter ara sıra, free müzik öğelerine dokunuyordu ve çoğu zaman bana müthiş cevaplar veriyordu. İnanılmaz iyi duyuyordu kulakları ve ne yaparsam onu dönüştürerek bana hediye ediyordu. Onu veya Joe’yu yakalamakta zorlanıyordum. Onlar çalıyordu, ben öğreniyordum. Her şey çok hızlıydı. Prova bittiğinde, sağ elimin işaret ve orta parmağı pizzicato çalmaktan hızla su toplamıştı, sol elim ağrıyordu ve çelloyu sandalyemde bırakırken bayağı mutsuzdum. Peter ve Joe’nin yüzüne bakmak istemiyor, orayı hemen terk etmek istiyordum. Bu olağanüstü deneyimi bana yaşattıkları için herkese çok teşekkür ettim ve bahçeye çıktım. Donuk, anlamsız ve şaşkın hislerle denize bakıyordum. Bir sigara yakmış, olanları düşünüyordum. Bir süre sonra Peter yanıma geldi. O da purosunu yaktı, bir nefes aldı ve gözlerini manzaraya doğru çevirerek, “bu manzarayı seviyorum, daha önce de buraya gelmiş ve sahilde, bir teknede balık ekmek ve bira içmiştim, o tekne hala duruyor mu?” diyerek bana döndü.
“Evet Maestro, isterseniz gidebiliriz” dedim. Kafasıyla onayladı ve gülümsedi. Tekrar purosundan bir nefes aldı ve “eşim senin gibi klasik müzik eğitimi almıştı fakat bu müziği hiç sevmezdi” dedi ve kendi kendine gülümsedi. İçim bir anda sıcacık oldu ve “şimdi ne yapıyor?” dedim. “Artık yaşamıyor” dedi.
Bir sessizlik… İkimiz de sigaramızdan bir nefes aldık ve denize bakmaya devam ettik. Ardından yine bir cesaretle “ben çok seviyorum Maestro, sizce çello ile bu müzikte var olabilmeyi başarabilir miyim?” diye sordum. “Elbette yapabilirsin, iyi duyuyorsun ve dinliyorsun, eğer gerçekten istiyorsan yapacaksın” dedi. Bana dönmüş olan o keskin gözlerinden, o ciddi aslında korkulur duruşundan esen şefkat, anlayış ve burukluk nedeniyle dayanamadım ve ona sarıldım. Bir anlığına baba ve kız gibi olmuştuk…

Peter’in gelişi ve dönüşü sonrası hayatımda çok büyük değişimler başlamış, 2013 yılında ilk konserini verip tarihin tozlu sayfalarına az kalsın karışacak olan ABSTRA projemi Konstrukt’ün davulcusu Korhan Argüden ile birlikte tekrar hayata dahil etme kararı vermiştim. Delicesine Korhan abi ile birlikte prova yapıyor, saatlerce çalışıyorduk. Sanki bir yarışma vardı ve o yarışmaya hazırlanıyor gibiydim. Asla memnun olmuyor, kulaklarımda kalan o prova sayesinde Peter ve Joe’ya yaklaşmaya çalışıyordum. Korhan abi bana free jazz’ı anlatıyor, bildiklerimi pekiştirecek bilgiler veriyor ve efsanelerin konser ya da albüm kayıtlarını dinliyor, üzerine konuşuyorduk. Hala böyleyizdir. Arada sırada Korhan abiye Peter’i ve Joe’yi soruyordum. “Bir daha gelecekler mi?” Korhan abi çok sık olmasa da Peter’dan ve Joe’dan mail alıyor, görüşüyordu. Bunu bildiğim için sürekli onları soruyordum. Aklımda Peter ile tekrar buluşabilmek dönüp duruyordu. Korhan abi bunu çok iyi biliyordu. ABSTRA olarak hiç durmadan çalışıyor, prova yapıyor, dünyada bu alanda isim yapmış müzisyenlerle buluşmak için konser ve kayıt ortamları düzenliyordum. Festivallere katılıyor, bu müziğin peşinde geziyordum. Tek bir istediğim vardı, Peter’in karşısına olabildiğince daha iyi çıkabilmek. Onun ruhuna yaklaşmamı sağlayacak ve ulaşabildiğim tüm müzisyenlerle çalıyor, çalışıyor, kayıt yapıyordum. Onunla tekrar buluşmaya hazırlanıyordum. İçimdeki ses bir şansın daha olacak diyordu.
3 yıl sonra, bir gün Korhan abiye önümüzdeki ABSTRA konserini, sen de istersen, Peter Brötzmann ile birlikte yapalım istiyorum, dedim.
ABSTRA ile yapmış olduğumuz bir albüm kayıdını Peter’e ulaştırdık ve Peter konser teklifimizi kabul etti.

Yıl 2019. ABSTRA feat. Peter Brötzmann konseri Borusan Müzik Evi‘nde gerçekleşecek. Konser kesinleştiğinde önümde koskoca 1 yıl vardı. Bu bir yılı kendime çok büyük eziyet ederek geçirdiğimi biliyorum ve konseri herkesten bir sır gibi sakladım. Konserden önce ısınmak için Avrupa’da gerçekleşen iki önemli free jazz festivaline katıldım. Dünyanın her bir yanından gelen yaşça çok büyük ve deneyim olarak benden çok fazla üstün olan müzisyenlerle birlikte yaklaşık 3 hafta boyunca her gün birkaç kez konser veriyordum. Çalmaya ve konser vermeye doymuyordum. Festival yöneticileri ve çoğu usta müzisyen içimde yanan ateşin çok farkındalardı. Bu nedenle beni her gün birkaç konsere dahil ediyorlardı. Resmen festivalde değil, free jazz kampındaydım ve çello ile free jazz yapmaya çalışıyordum. Avusturya’dan, İtalya’dan, Almanya’dan, Avustralya’dan ve daha bir sürü ülkeden festivale katılan usta müzisyenlere ve saksafonculara eşlik etmeye çalışıyor ve yapılan müziğin gerçekten bir parçası olmaya çalışıyordum. Korkum azalmıştı, beynim yavaş yavaş susmaya başladı, konserler çok güzel geçiyor ve ustalarla muhabbetim güçleniyordu. Hemen hemen her gün konser öncesi birlikte çalacağım usta saksafoncularla sohbet arası keyfi prova yapıyor ve anlattıklarını, gösterdiklerini dikkatle dinliyor, deniyordum. Koskoca festivalde tek çello çalan bendim…
2019, 5 Nisan günü Peter İstanbul’daydı. Taksimde bulunan Ara Kafe’de yemek yemek için buluştuk ve bir ara yine Türk kahvesi ve sigara içmek için birlikte dışarı çıktık. O 4 yıl önce gördüğüm Peter değildi. Belki de o son karşılaşmamızda bana gösterdiği şefkati görüyordum hala. Karşımda müthiş güzel yaşlanmış ama yorgun bir adam duruyordu. Sakin ve güler yüzlüydü, daha konuşkandı. Hatta hiç susmak istemiyor gibiydi. İstanbul’a tekrar geldiği için mutlu olduğunu söyledi.
“Herkes nerede” diye sordu. Eski dostlarından güzel bir karşılama beklediğini hissettim. Ben de “maalesef artık hiçbir şey eskisi gibi değil Peter” dedim. Gülümsedi ve “anlıyorum” dedi. “Free müzik ve free jazz neredeyse burada bitmek üzere, birçok şey hızla değişti, gruplar dağıldı, insanlar birbirine küstü….” ve daha bir sürü bir şeyi anlattıktan sonra, “grup olmak dünyanın en zor işlerinden biridir, iyi bir grup olmak için iyi birer arkadaş olmak gerekir ve egoları kontrol etmek önemlidir.” dedi ve günümüz dünyasındaki free jazz’ın geldiği noktayı, jazz müzisyenlerini, eski zamanlardan, Quartet’i ile ilgili, oğlu Caspar Brötzmann’ın yaptığı müzik üzerine bir dolu derin hikayenin üstünü çizdi. Buruktu, kırgındı ama kızgın değildi, kabullenmişti. Bir daha zamanın 70’lerde olduğu gibi olamayacağının farkındaydı ve o kadar belliydi ki, o zamanları özlüyordu…
Her şeyin sonunda ısrarım üzerine ikinci şekersiz Türk kahvesini içti ve sonra “bu dünyanın en güzel kahvelerinden” dedi. Gülüştük…

6 Nisan 2019 konser günü. Hani çok önemli bir sınavın vardır ve heyecandan hiçbir şey hatırlamıyormuş gibi hissedersin ya, aynen öyle hissediyordum. Panik içindeydim. Salona girdiğimde Peter’in kükreyen saksafon sesi, asansörün içinde yankılanıyordu. Erkenden gelmiş ve ısınmaya başlamıştı. Salonda herkes çok sessizdi, herkes onu izliyordu. Ses için ayarlama yapan teknisyenler dahi neredeyse parmak uçlarında gezeceklerdi. Kimse onu bölmek istemiyordu. Hızla çelloyu kurmaya başladım. Salonun içinde geziyor, hemen hemen her yerinde sesin nasıl tınladığına bakıyordu. Saksafonu bırakıyor, klarneti alıyor, sonra tekrar saksafonuna dönüyordu ve en sonunda bana döndü. “Neden akustikle gelmedin ve saksafoncun nerede “ dedi. İşte bildiğim Peter karşımdaydı. Titreyen ruhumla “Maestro, akustikle gelmedim çünkü bu salonda, davuldan dolayı akustik çello duyulmuyor, daha önce deneyimledik, saksafoncumuz ise heyecandan ve panikten, saksafonunu yere düşürmüş ve saksafonu yamulmuş onu düzeltmeye çalışıyor” dedim.
Her iki söylediğim şeyde hiç hoşuna gitmedi ama saksafoncunun haline bıyık altından güldü. Heyecanlı olduğumuzu farketti. Akustik sese aşırı önem verdiğini biliyordum, elektronik bir çello duymak onun hoşuna gidecek bişey değildi ama mecburdum ve o da bunu anlamıştı. “O halde soundcheck’e başlayalım” dedi.

Koşarak Can Aykal’ın ve Kerem Tüzün’ün yanına gittim. Bugün olabildiğince akustik çelloya yakın, en doğal sesi almaya çalışalım dedim. Konser hem video kayda alınacak, hem de ses kayıt olarak elimizde olacaktı. Bu nedenle soundcheck çok önemliydi. Pedallardan biri garip bir ses çıkarmaya başladı, ne yapsak olmuyor, düzelmiyordu. Elim, ayağım kadar önemli olan bir pedalın normalde çok da göze batmayan sinsi vızıltısı, kayıtta çok büyük bir kirlilik yaratıyordu. O pedalsız kendime daha az güveneceğimi biliyordum ama vazgeçmek zorundaydım ve vazgeçtim. Büyük bir risk almıştım. Peter uzaktan dikkatle beni izliyordu.
Çalmaya başladım, arkamdaki bas amfisinin ayarını yaparken müthiş gergindik. Can kaydı dinliyor, Kerem bas amfisini tonluyor, bense konserde çalacağım çoğu fikri Peter’e duyurmaya çalışıyordum. En sonunda çellonun sesinden memnun kaldık ve Peter’e dönüp “Maestro, hazırım” dedim. Peter biraz daha çalmamı ve güçlü çalmamı istedi, salonda gezindi ve “Bu ses ayarı çok yüksek, sesini kısman gerek” dedi. Onun istediği bir biçimde çelloyu tekrar ayarladık, eğer ayarlamasaydık elektro çello, ses kapasitesi nedeniyle kimi zaman onun çalımının bile üstüne çıkabilirdi ve bunu seyirci kısmında olmadığımdan dolayı asla anlayamayacaktım. Saksafoncumuz tam bu sırada geldi. Sonunda derin ve huzurlu bir nefes alabilmiştim. Son olarak ise mikrofon kullanılmasını istemediğini, akustik çalımın daha iyi olacağını söyledi ve yerine geçti. Bizler de sadece ses kayıdı için mikrofon konulduğunu söyledik. Artık hazırdı ve hazırdık.
Şunu biliyorum ki konserden önce yapılan souncheck her zaman konserden çok daha güzel oluyor. İlk anın tazeliğinde mi, enerjilerin daha dingin olmasından mı bilmiyorum, enerjisi çok güçlü ve güzel birkaç parça çaldık ve ardından daha naif yorumlar denedik. Peter ısrarla sesimi açmamam gerektiğini vurguladı, “Kendini duymakta zorlansan da sesini açma.” Artık gülüyorduk. Anlamıştım ki bugün çelloyu sıcak ve dingin bir derinlikte istiyordu. Çellonun doğal olmayan elektronik yüksek frekanslarını kamufle etmişti. Kendimi zor duyuyordum ama biliyordum ki müziğin tam içindeydim.
Soundcheck sonrası hepimiz rahatlamış ve duyumdan memnun kalmıştık, konsere hazırdık. 1,5 saat kadar zamanımız vardı. Peter sahneye olduğu gibi çıkan biriydi, konser kıyafetleri zaten üstündeydi. Yine tüm şirinliğimle “Maestro, kahve” dedim “ama bana fal bakacaksınız” dedim.

Ve o güzel gülüşü büyük bir kahkahaya evrildi. Bana fal bakma sözünü verdi. Kapı önüne indik, bu sefer tüm ekip olarak. İstiklal caddesi üzerinde, ayakta, oradan geçen herhangi bir insan gibi dikilmeye başladık. Gelene, geçene bakıyor, ara ara espirileşiyor, kahvemizi yudumluyorduk. Öyle ki birkaç turist gelip Peter’a adres bile sordu. Keyfi çok yerindeydi o bile İstiklal caddesinin hızla değişmiş olmasının farkındaydı. “Maestro, tüm biletler satılmış, sold out bu akşam” dediğimde gözlerini kocaman açarak “waoow” dedi. Çok mutlu oldu, o mutlu oldukça beni siz hayal edin.
Kulise aldığımız içkilerin hiçbirini içmedi, ısrarlarım sonucu ona bir muz yedirdiğimi hatırlıyorum ve bir çayla konseri beklemeye koyuldu. Kulis içerisindeki en dandik sandalyeye oturdu ve bizimle sohbet etmeye devam etti. Bir ara yanına oturdum ve “Maestro, sizin 4 yıl önce, eve geldiğinizde giydiğiniz aşırı güzel kovboy bir çizmeniz vardı, kahverengi, biliyor musunuz ben onun fotoğrafını çekmiştim” dedim. Şaşkınlıkla bana baktı ve güldü “çok severim ve hala giyiyorum, çok şeye tanık oldu” dedi ve gülmeye devam etti. Tam bu anında bir fotoğrafı var. Sağolsun Uygar Bulut, tüm günü bizimle birlikte geçirerek her anı fotoğrafladı.

Ve konser başladı… Peter müthiş bir kükremeyle hepimizi müziğin içine zımbalamıştı. Kanlı bir takipteydik. 70’lerde nasıl çalıyorsa aynı güç ve enerjiyle müziğe akıyordu. Gözlerini kapatmış, sonsuzluğa uzanacakmış gibi duran nefesi hiç kesilmiyor, müziğin zirvesine doğru ilerliyor, bizimle atışıyor, bizi çekiştiriyor, bizi gittikçe vahşileştiriyor, ritmi, duyguları ve enerjiyi gittikçe daha çok yükseklere taşıyordu. Herkese Peter Brötzmann kimdi, yeniden hatırlatıyordu.
Tanrım işte yıllardır hayalini kurduğum o anın tam olarak içindeydim ve kumanda Peter’in elindeydi. Onun dünyası ve sihiri hızla bize doğru akıyordu. Yüce bir tanrı, güçlü bir dev gibi tam karşımda, en sevdiği şeyi aşkını çalıyordu… Ona eşlik ediyordum, koskoca bir tarihe…
Son parçayı çaldıktan hemen sonra gözlerini açtı ve bana baktı. Alkışlar çoktan nüksetmişti. Ayağa hızlıca kalkıp tüm salona büyük bir coşkuyla ismini haykırdım. Ne güzel bir alkış yankılanıyordu kulaklarımızda, yüzünde tatlı ama yorgun bir gülümsemeyle durakaldı.
Borusan Müzik Evi yöneticileri, çalışanları ve dostlarımızla ile birlikte Peter’i konser sonrası güzel bir yere götürdük ve rakılarımızı sipariş ettik. Konserin mutluluğu ve rakının verdiği rahatlıkla Peter ile rahat rahat şakalaşıyor, onu olabildiğince güldürmeye çalışıyordum. En sonunda yine her zamanki gibi gece Türk kahvesine bağlandığında “Maestro, fal sözünüz vardı” diyerek kapattığım kahve fincanını ona uzattım. Büyük bir kahkaha atarak, tamam dedi ve kahve fincanı heyecanla açtı.
Seni çok güzel bir aşk bekliyor ve müziğinle çok başarılı olacaksın dedi…

Peter Brötzmann, tıpkı Miles Davis ve John Coltrane gibi, efsanelerden ilham aldı ve sonunda kendisi bir ilhama dönüştü. Cecil Taylor, Derek Bailey, Anthony Braxton gibi efsane müzisyenlerle çaldı. Yeni bir şey ifade etme arzusuyla, ritmik ve melodik modları reddetti. 1968 yılında 20. yüzyıl free jazz’ının dönüm noktası olan albümlerden biri olan Machine Gun ile tarihe büyük bir imza attı. Brötzmann, kendi adıyla 50’den fazla albüm kaydetti ve çoğu albümünü kendi çizdiği veya kendi yarattığı sanat eserleriyle doldurdu. Zaman içinde dünyadaki free jazz sanatçılarının nesiller boyu hayranlık duyduğu bir yıldıza dönüştü.
*
Not: Yazıda kullanılan fotoğraflar Uygar Bulut tarafından çekilmiştir.