Akbank Caz Festivali

Anna Webber: Yer-Olmayanın Müzisyeni

Please SCROLL DOWN for English version ( Anna Webber: The Musician of Non-Place )

Amerikan çağdaş müzik akademisinin, çoğunlukla birbirleri için müzik yapan müzisyenlerinin müzik şirketi olan Pi Recordings’in neredeyse bütün albümlerini dinledim ve bunların ortak noktasını Fransız antropolog Marc Auge’nin süpermodernite ve non-place yani yer-olmayan ya da yok-yer kavramlarında buldum. (Bir not: Bu yazıyı yazıp demlenmeye bırakmıştım. Sonraki sabah, neredeyse her sabah yaptığım gibi, hacetimi giderirken kenara ayırdığım yazıları okudum. Rafet Arslan’ın Art Unlimited sanat dergisinde yayınlanan Bir çöküntü olarak güncel sanat isimli yazısı da bunlardan biriydi. Rafet’e önce entelektüel bir öykünme-haset, sonra hayranlık ve ortaklık duydum. Marc Auge atfını o da yapmış, ben son okuduğum kitap olan Jale N. Erzen’in Üç Habitus’undan sonra bu konu üzerine derinleşmeye henüz karar vermişken Rafet yazısını yazıp çoktan yayınlatmıştı bile*. Buradan ona selam olsun.)

Auge, içinde yaşadığımız çağı 1990’ların içinden süpermodernite olarak adlandırıp, bu çağın mekânlarının; ileri kapitalizm ve aşırı bireyselleşme sonucunda bireyi çokluğun içinde yalnız kılıp anonimleştiren, kimseleştiren, antropolojik ve/veya kültürel olarak insanlığa ve insanın doğayla bağına dokunmayan otel odaları, şehir hastaneleri, havalimanları, metro istasyonları, alışveriş merkezleri vb. olduğunu söylüyor.

Buralarda insanlar birbirlerine yanlışlıkla çarpmadıkça ya da dik dik bakmadıkça temas etmezler, herkes birbirinden ayrı ama şahsiyetini ve estetiğini kaybetmiş birer birime dönüşmüştür ve tam da bu yüzden herkes aynılaşarak çokluğu oluşturmaktadır. Ten sanki etleşir, cesetleşir, insan artık kendinden başkasını (öteki) bir ölü-canlı olarak alımlar, kimse kimse için gerçek bir şeyler ifade etmez, herkes yabancıdır, herkes ölüdür ve buna rağmen herkes, bedensel bütünlüğümüze karşı birer tehdit unsurudur. Çokluğun içindeki her birim, birbiri için hem yok hükmündedir, hem de hepsi birbirinin mekân içindeki o korkunç varlığının ağırlığını bedeninde ve zihninde hisseder. Süpermoderniteyi bu mekân ya da yer-olmayanlardan ve bunların getirdiği psikolojiden ayrı düşünemeyiz.

Bunların hissiyatını bir aralar çok içselleştirmiştim. Buralarda fiziksel ya da zihinsel olarak dolaşmak neredeyse bir guilty pleasure olmuştu benim için. Fatih Özgüven’in, Yerüstünden Notlar isimli toplu yazılar kitabının ilk yazısında, Akmerkez’in açılışını konu edinip; muhtemelen hiçbir zaman almayacağı şeylerin sergilendiği vitrinleri izleye izleye takılmanın tuhaf zevkinden bahsettiğini de yeni okudum***. Demek ki yalnız değilim.

Buna liminality de diyorlar: Liminal space de denen bu yer-olmayan yerlerde hissedilen o tuhaf şey. Açalım: Sanki bir boşluk hissi. Kaynağımız olan doğadan kopuş. Karakterden, şahsiyetten. İnsandan insanötesine geçiş. Bir Cyborg olarak yeniden doğuş. Başka türlü bir dönüşüm. Bundan ne çıkar: Kavradığı anlamlar bütününü bir türlü tam olarak kavrayamadığım estetik, eğer duyular aracılığıyla bir algılama-ilişkilenme ise işte bu liminal estetiğin mekândan bağımsız olamayacağı gerçeği. Bugün bundan sıyrılmamızın neredeyse olanaksız oluşu. Açıkçası biraz da keyif almaya çalışmamız -ona karşı çıkarken bile.

Bu temel üzerine bir Pi Recordings müzisyeni olan saksafoncu-besteci Anna Webber’den bahsedeceğim. Ansiklopedik bilgileri, kendisinin NEC yani New England Conservatory’de Caz Çalışmaları Departmanı’nda eş başkan olarak çalışmakta ve öğretmekte olan Guggenheim ödüllü bir akademisyen-müzisyen olması dışında es geçeceğim****.

Photo by Peter Gannushkin

Anna’nın müziğinde melodi ve ritme direnme var. Aşırı titiz bir hesaplılık kontrollü bir kaotiklik ile yan yana üst üste, aynı parça içinde. Akademikliğinin fildişi kulesine metroyla ulaşan bir insanın yer-olmayan ile belki bilinçli, belki bilinçsizce kurduğu estetik ilişkiyi duyabiliyorum. Idiom albümü bütün bunların doruk noktası. Bir saat kırk dört dakikalık bu uzun albümde, çağımızın doğadan -parklar ve bahçelerin üstünü örtemeyeceği kadar derinden- kopuk, fazla gelişmiş ve artık sosyal, ekonomik, politik ve ekolojik olarak tükenişe sürüklenen kent yaşamının bütün yönleriyle özümsenişini ve buna salt karşı duruşu değil de bunun içinde devinip gitmeyi de duyuyorum. Bu bana güç, farkındalık, kabullenme ve neyi koruyarak neye karşı duracağıma yönelik soyut bir temel anlayış veriyor.

Böyle müzik yapan başkaları da var. Craig Taborn, Steve Lehman, Ches Smith, Chris Tordini, Kris Davis, Tyshawn Sorey, Ingrid Laubrock, Tamer Temel vb.

Mesela Steve Lehman Octet’in Mise En Abime albümünde vibrafonun davuldan sekip saksafona çarpan ve kulaklarımıza yansıyan o aydınlık sesiyle pencereleri aynalı, girişi granitli altmış sekiz katlı bir metropol yapısından yansıyan ışık zihnimde çok yakın yerlere dokunuyor. Sonuçta ikisi de aynı süpermodernitenin tezahürleri.

Bunların ülkemizdeki temsilcisi Tamer Temel ve onun TÖZ ve TÖZ II işleri. Idiom, Mise En Abime ve TÖZ albümleri birlikte dinlendiğinde aradaki bağ ve benzerlik görülecektir. Bu da, bu müzisyenlerin aynı çağın aynı küreselliğinin farklı coğrafyalarında birbirlerine ne kadar yakın hissettiklerini gösterir sanıyorum.

Anna yaptığı şeyi enstrümanlarla ve bunlarda ustalaşmış müzisyenlerle birlikte yapıyor, bu da demek oluyor ki hâlâ somut -beton anlamına da gelen concrete– bir referansı ve vazgeçilmez bir temel noktası var. Bilgisayarla da oldukça liminal bir müzik üretebilirdi ama bunu tercih etmiyor. Manuel ve analogdan devam ediyor. İstikrar ve disiplin gerektiren sanat ve zanaatın uzun yolunu günün getirdiklerinden kopmadan sürdürüyor, günün müziğini böyle akademikleştiriyor, sanatlaştırıyor ve fildişinden bir kuleye -bu üçü hakkındaki ezber yargılara da uymadan- yerleştiriyor. Çoğu insana göre itici olagelmiş bu durumları bugüne göre yeniden tanımlıyor ama müziğini bu tanıma da hapsetmiyor. Oldukça underground yerlerde de çalıyor, sosyal medyayı da kullanıyor; yani günden, insanlardan ve hayattan kopuk değil.

Bu müzikle ilk temas (first contact) oldukça zorlayıcı olabilir. Ondan keyif almak için sabretmek ve onu gerçekten duymak, detaylarıyla dinlemek gerek.

Kabul etmek, buyur etmek, ne olursan ol gel demek, onu içselleştirmek.

Ama insanlar günün kendilerinden ne yarattığını da göremiyor, kendi liminalliklerini hazmedemiyorlar. Bu müzik bu açıdan da tutarlı. Çağını derinden anlamış, ona bağlı, onun içinde, mekânının da içinde, onun için, estetik olarak orada, varolan ve yalnızca orada varolan bir müzik Anna’nın müziği.

Onu metroda işe giderken ya da havalimanında muhtemelen rötar yiyecek uçuşunuzu beklerken dinleyiniz.

*Non-Places: Introduction to an Anthropology of Supermodernity, Marc Auge, Verso, 1995.
**https://www.unlimitedrag.com/post/bir-cokuntu-olarak-guncel-sanat
***Yerüstünden Notlar, Fatih Özgüven, Everest Yayınları, 2001
****https://necmusic.edu/about/news/internationally-acclaimed-flutist-saxophonist-and-composer-anna-webber-appointed-co-chair-necs/

Anna Webber: The Musician of Non-Place

I listened to almost all the albums from Pi Recordings, the record label of the American contemporary music academy whose musicians mostly make music for each other -and for contemporary music lovers- and I found their common ground in the French anthropologist Marc Auge‘s concepts of supermodernity and non-place.

Auge names the era we live in as supermodernity from the 1990s and says that the places of this era are hotel rooms, hospitals, airports, metro stations, shopping malls etc., which, as a result of advanced capitalism and extreme individualization, render the individual alone in the multitude, anonymize them and render them nobody, and do not contact humanity and the bond between humanity and nature anthropologically and/or culturally.

Here, people do not touch each other unless they accidentally bump into or stare at each other, everyone has become a unit that is separate from each other and has lost its personality and aesthetics, and for this very reason, everyone has become the same and they all form multitude. The flesh becomes meat, or a corpse, a person now perceives someone other than himself (the other) as a living-dead being, no one really means anything to anyone, everyone is a stranger, everyone is dead, and yet everyone is a threat to our physical integrity. Each unit in the multitude is both non-existent for each other, and yet they all feel the weight of each other’s terrible presence in the non-place, in their bodies and minds. We cannot think of supermodernity separately from these non-spaces or places and the psychology they bring.

They also call it liminality: That strange feeling in these non-places which are also called liminal spaces. Like a feeling of emptiness. A break from nature through scientific and technological breakthroughs. A break from personality. A transition from human to transhuman. A rebirth as a cyborg. Another kind of transformation. If aesthetics, whose totality of meanings I have never been able to fully grasp, is a perception-relationship achieved through the senses, then this liminal aesthetics cannot be independent of space -in this context, non-places. It is a fact that it is almost impossible for us to get away from this today. Frankly, we can still try to enjoy it a little bit – even while opposing it.

On this basis, I will discuss saxophonist-composer Anna Webber, a Pi Recordings musician. I will skip the encyclopedic and autobiographical information except that she is a Guggenheim award-winning scholar-musician who teaches and works as co-chair of the Jazz Studies Department at the New England Conservatory.

There is resistance to melody and rhythm in Anna’s music. An extremely meticulous calculation and a controlled chaoticness, side by side, one on top of the other, within the same piece. I can hear the aesthetic relationship that a person builds with the non-place, a person who reaches the ivory tower of their academic life by metro or a bus. The album Idiom is the culmination of all of this. In this one hour and forty-four minute long album, I hear the assimilation of all aspects of the urban life of our age, which is disconnected from nature -so deeply that parks and gardens in the city cannot cover-, overdeveloped and now drifting towards social, economic, political and ecological exhaustion, and not only standing against it, but also moving within it. This gives me strength, awareness, acceptance and a basic abstract understanding of what to protect and what to stand against.

There are others who make music like this. Craig Taborn, Steve Lehman, Ches Smith, Chris Tordini, Kris Davis, Tyshawn Sorey, Ingrid Laubrock, Tamer Temel, etc.

For example, in Steve Lehman Octet‘s Mise En Abime album, the bright sound of the vibraphone bouncing off the drums and hitting the saxophone and reflecting into our ears stimulates very close neurons in my mind with the light reflecting from a sixty-eight-story metropolitan building with mirrored windows and a granite entrance. After all, they are both manifestations of the same supermodernity.

Anna produces her music with instruments and musicians who are experts in them, which means that she still has a concrete reference and an indispensable base point. She could have produced quite liminal music with a computer, but she does not prefer that. She continues with the manual and the analogue. She continues the long path of art and craft, which requires stability and discipline, without breaking away from what the day brings. She academicizes the music of today, makes it an art form, and places it in an ivory tower -without following the rote judgments about these three stages. She redefines these situations that are repulsive to most people, but she does not confine her music to this definition. She also plays in very underground places, she also uses social media; in other words, she is not disconnected from the day, people, and life.

The first contact with this music can be quite challenging. In order to enjoy it, you have to be patient and you really have to hear it and listen to it in detail. To accept it, to welcome it, to internalize it.

But people cannot see what the day has created from them, they cannot digest their own liminality. This music is consistent in this respect as well. Anna’s music is a music that has deeply understood its era, is attached to it, is within it and is within its space -the non-place.
Anna’s music is aesthetically there, existing, and existing there only.

Listen to it on the subway while commuting or at the airport while waiting for your possibly delayed flight.

More from Mert Çakırcalı is HERE

Mert Çakırcalı

Işık Üniversitesi'nde Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bilimi öğrencisi. Çoğunlukla caz, plastik sanatlar ve edebiyat ile ilgileniyor. İki deneme-anlatı kitabı, birkaç şiiri yayımlandı.

Mert Çakırcalı 'in 23 yazısı var ve artmaya devam ediyor.. Mert Çakırcalı ait tüm yazıları gör

Avatar photo