Analog mu Digital mi? Plak mı CD mi? Hangisi daha iyi?
Birkaç ay önce gelen bir e-postada okurumuz, bir yandan Spotify üzerinden müzik dinliyorken, öte yandan büyük bir iştahla plak da aldığını belirterek, analog digital kamplaşması ve müzik dinleme kültürü hakkındaki fikirlerimi öğrenmek istediğini yazıyordu. Ne mutlu ki Dark Blue Notes böyle temaslara vesile oluyor. Çok az şey bir müzikseverin sevdiklerini, bildiklerini başkalarıyla paylaşmanın keyfi ile karşılaştırılabilir. Ancak bu sorular ya da sorunsallar, oldum olası beni germiştir. Tek bir doğru olmadığı gibi, doğru bir cevabın var olduğundan da şüpheliyim. Cevabi mesajımda kısaca fikirlerimi anlattım ama en kısa sürede daha geniş bir yazı yazacağımın taahhüdünü verdim. Aslını sorarsanız şimdilerde uykuda olan Analog Audio Line Youtube kanalına konuk olmuş, bu ve benzeri soruları dilim döndüğünce cevaplamıştım. Oradaki konuşmamı derledim, toparladım ya da belki de konuyu bir hayli dağıttım ve aşağıdaki metni oluşturdum. Bu konuda çoğumuzun kafasının karışık olduğunu biliyorum, umarım bir nebze olsun yaraya merhem olur.
Bir hastalık olarak müzik
Müzik kendimi bildim bileli yaşamımın önemli bir parçası. İlk plağımı 13 yaşımda aldığımı düşünürsem 45 yıldır müzik dinliyorum.
Tabii ki, modern dünyada müzik dinlemeyen insan yok denecek kadar azdır. Hele hele, müzik tüketim araçlarının bunca yaygınlaştığı, kayıt yapılmaya başlanan tarihten bu yana kaydedilen müzik eserlerinin tamamına yakınının tüketicinin bir klik yakınına kadar ulaştırıldığı ve yanımızdan hiç ayırmadığımız mobil telefonlar üzerinden neyi ne zaman istersek dinleyebildiğimiz şu zamanda herkes bir müzik tüketicisi.
Ben kendim gibileri daha ziyade müzik hastası olarak tanımlayanlardanım. Müzik olmasa yaşamın da anlamı kalmaz demenin birkaç adım gerisinde duracak kadar müzik tutkunuyum.
Müzik dinlemek, benim açımdan, boş zamanlarımda yaptığım ya da bir şeyle uğraşırken fondaki sessizliği dolduracak, ya da çevredeki sesi bastıracak bir araç değil. Yani müzik, yaşamın katalizörü, kolaylaştırıcısı, müsekkini değil. Bunlar olsa olsa, müzik dinleme işinin yan ürünleri olabilir ama temel amacı değil.
Çoğu insan için müzik, başka ürünlerin bir aksesuarı konumunda. Bazıları için ise, dönemsel olarak, yaşamlarındaki keskin deneyimlerin dışavurumunu sağlayan bir araç.
Aşıksınız, terk edilmişsiniz. Acıyı dönüştürmek zorundasınızdır. Borges’in sanat üretimine dair yaptığı tarifi hatırlamak gerek. Der ki, Borges, mutluluk bir hedeftir. Oraya vardığınızda kalmak istersiniz. Hatta tarif etmekte zorlanırsınız. Oysa mutsuzluk, acı bir süreçtir ve katlanılması için başka şeylere dönüştürülmesi gerekir, yoksa çıldırırsınız. Borges, sanat üretiminn temelinde acının ve mutsuzluğun olduğunu savunuyordu.

Popüler müziği, yani çok sayıda insan tarafından dinlenilen müzik eserlerini aklınızdan geçirin. Mutlu bir anı anlatan bir şarkıya nadiren rast gelirsiniz. Büyük çoğunluğu aşk acısı ya da iyi gitmeyen bir şeyler üzerinedir, yine ciddi bir kısmı ölüm ya da yaşamdaki diğer acılar üzerinedir.
Müzisyenin hedefinin dinleyicisini bulmak olduğunu düşünürseniz, dinleyicinin temel duygularına hitap etmesinden doğal bir şey olamaz. Nihayetinde müzisyen de dinleyicisinden çok da farklı bir yaşam sürmez.
Müzik endüstrisinin motifi
Sonuçta, dünyadaki müzik üretiminin çoğunluğu, daha üretim aşamasında, dinleyicisini tarif eder, hatta dinleyiciyi avlamak için özel prodüksiyon aşamalarından geçirilir ve tıpkı çocuklara hitap eden bir filmin içine gömülmüş şekerleme ya da çikolata reklamları gibi tüketicisini manipüle eder. Aşk, mutsuzluk, acı gibi temel ve yaygın duygulara hitap eder, hazmı daha kolay temalarla uğraşır. Anlatılması ve hazmı zor olanlardan da uzak durmaya özen gösterir. En azından pop müzik dediğimiz ve en çok tüketilen müzik anlayışı bu temeller üzerine oturur.
Müzik endüstrisinin varolma amacı budur. En kolay yoldan para kazanmak, çok para kazanmak, daha fazla kazanmak. Yani otomotiv sektöründen, dayanıklı tüketim dünyasından farkı yoktur bu anlamda. Üretim böyleyken, tüketimin çoğunluğunun da bu yönde olmamasını beklememek gerekir.

Sektör, başlangıcından bu yana kolay tüketilen şarkılar üretmeyi temel hedef olarak görmüştür. Buna paralel olarak, kolay tüketilmesini sağlayacak araçların üretilmesine de neden olmuştur. Geçmişte 45lik satışları ile 33lük satışlarını karşılaştırın, şimdilerde single download ile tam albüm download sayılarını karşılaştırın, aradaki devasa fark, müzik tüketiminin doğasını anlamanıza yardımcı olacaktır.
Benzer şekilde 45liklerin her yerde dinlenmesini sağlamak ve geliri arttırmak amacıyla –zamanında- üretilmiş jukebox sayısını bilseniz dudağınız uçuklar. Çocukluğumda Ankara’ya ilk gelişimde amcamın beni yanında götürdüğü Sıhhiye’deki bir kahvede bile jukebox vardı. Nasıl çalıştığını anlayıp cebimdeki bozuklukla dinlediğim ilk şarkıyı dahi hatırlıyorum. Boney M’den Rasputin dinlemiştim. Büyüleyici bir deneyimdi.

Ama, bu, geçmişini ve bugünü kısaca tarif etmeye çalıştığım dünyanın dışında bir başka dünya var.
Müziği tüketilecek bir nesne olarak görmektense, kendilerini, müzikle birlikte üretmeye; onun aracılığıyla ve onunla birlikte, kendi varoluşlarını ve dünyayı hissetmeye adamış insanlar da var bu dünyada.
Bazı insanlar, müzik dinlemek için başka şeylerden feragat ediyorlar. Müziği daha iyi dinlemek için evdeki herkesin uykuya daldığı saatleri bekliyorlar. Dinlerken tepe lambasını kapatıyorlar, belki küçük bir abajurun ışığında belki karanlıkta dinliyorlar. Işığa, albümün kartonetini ya da kitapçığını okumak istediklerinde ihtiyaç duyuyorlar. Müzik dinlemek için satın aldıkları koltukları var. Ellerinde kitap yok doğal olarak, ya da cep telefonlarını karıştırmıyorlar dinlerken; televizyon, o zaten dinleme odasında değil. Bir CD’yi ya da plağı baştan sona dinliyorlar. Bazen öylesine etkileniyorlar ki, başa alıp bir kez daha dinliyorlar.

Kazançlarına göre, müziği tüm detaylarıyla dinleyebilecekleri iyi bir sistemleri var ve bu şekilde tarif ettiğim azınlığın büyük çoğunluğu, bu işi, müzik dinleme işini az önce genele atfederek tarif ettiğim amaçların dışında bir amaç için yapıyorlar: müziği yaşamak!
Ben sanıyorum, işte bu azınlığa dahilim.
Yeri gelmişken, fikirlerimi doğru ifade edemiyor olabilirim, yanlış anlaşılmayı da istemem; bu bir üstünlük meselesi değil ama her insan müziği aynı şekilde algılamıyor, sanatı ya da yaşamı farklı algılayanlar olduğu gibi… farklı dinleyici tipleri var. Bu durum müzisyenler için de geçerli. Onlar da farklı motiflerle üretiyorlar. Farklılıklar, aralarında hiyerarşi olmasını gerektiren bir durum değil.
Son tahlilde, büyük üstad Ellington’ın tarifinin geçerli olduğuna inanıyorum: İki tür müzik vardır, iyi müzik ve kötü müzik. Ve buna kendi adına karar veren dinleyiciler…
Hi-Fi ne ola ki?
Caz ve serbest doğaçlama ustası, büyük trompetçi Wadada Leo Smith’in bir sözü var. Mealen aktarayım. Diyor ki Wadada; müziğin işlevi, dinleyicinin yaşamını bir anlığına ya da bir süreliğine dönüştürmektir. Öyle ki, yaşamlarının rutin bölümüne geri döndüklerinde, müzik dinlerken dönüştükleri şeyden küçük bir parçayı, o, başka türlü bir şeyi yanlarında götürmelerini sağlamaktır, müziğin işlevi…
İşte bu nedenle müzik dinliyoruz. Az önce tarif ettiğim çoğunluk ya da azınlık, ama bana kalırsa tüm dinleyiciler, o, başka türlü bir şeyi hissetmek için müzik dinlerler. Bazıları bunun farkında değildir, bazıları çok da önemsemez ama bazıları için bu ‘şey’in ne olduğunu anlamak, ona sık sık erişmek, yaşamlarının temel amaçlarından birisidir.
Wadada’nın tarif etmeye çalıştığı şey, müziği ciddiye alanlar için temel hedeftir. Bu nedenle konsere giderler, bu nedenle müzikal filmleri seyrederler, bu nedenle müzikle ilgili kitaplar okurlar, hatta yazarlar, hatta bazen kendi çaplarında müzik yaparlar.
…ve paraları varsa ya da daha doğru bir ifadeyle birikimlerinin bir kısmından feragat etmek suretiyle Hi-fi sistemler alırlar.

Diyelim ki seyahat etmeyi çok seviyorsunuz, sık sık yolculuğa ya da modern zaman ifadesiyle tatile çıkıyorsunuz. Yolculuk sırasında ilginizi çeken yerde durmak sizin için keyif. Ne yaparsınız? Bir otomobil edinirsiniz. Hatta bütçenizi zorlayarak iyi bir marka model satın alırsınız.
Hi-fi işte bu otomobil.
Nasıl ki kimileri gösteriş olsun diye pahalı bir otomobil alır, nasıl ki kimi rahatına çok düşkün olduğu için iyisini alır, nasıl kimi kaza yapmaktan çekindiği için güvenli bir otomobil alır, nasıl ki kimi parası çok olmadığı için ikinci el, yaşı geçkinini alır ve nasıl ki kimi otomobili çok da önemsemez ucuzunu alır ve nasıl, kimi de, büyük borca girip ekonomik durumuyla uyuşmayan bir otomobil alır… insanlar da müzik sistemlerini benzer motiflerle satın alır.
Otomobil kullanmaktan hoşlanan birisine sorun, bütçeyi dert etmemesini söyleyin; hayal ettiği asla bir Fiat ya da Ford olmayacaktır. Muhtemelen sayacağı marka modellerinin büyükçe kısmı, özel üretim araçlar olacaktır.
Hi-fi işte bu otomobil.
Genel kabul gören tanıma göre de Hi-fi, müziği, üretildiği haline en yakın şekilde dinleyebilmenizi sağlayan teknolojiye ve ürünlerine verilen jenerik bir isim. Hal böyle olunca, tüketicinin tercihleri ve kapasitesi ve az önce otomobil analojisi ile sınıflamaya gayret ettiğim tüketici tipleri işin içine giriyor ve ortaya butik bir dünya çıkıyor. Yine az önce tarif ettiğim ve ciddi müzik dinleyicisi diye sınıfladığım insanlar için Hi-fi sistem kurmak -neredeyse- kaçınılmaz bir durum.

Hi-fi sistemlerle uğraşan insanlarda gözlediğim iki eğilim var.
Bir kısmı ciddi müzik dinleyicisi. Yani seyahat etmekten çok ama çok zevk alıyorlar. O nedenle iyi bir otomobil almışlar. Kullandıkça bazı yönleri hoşlarına gitmiyor ve bu nedenle makul denilecek aralıklarla büyük ya da küçük değişiklikler yapıyorlar.
Ama bir başka kesim de var ki, onlar için seyahat etmekten daha önemli olan aracın kendisi. Yani mazrufa değil zarfa önem veriyorlar. Hatta bu sahip olma hali bir takıntı haline gelmiş. Müziğin hangi sistemde daha iyi tınladığını anlayabilmek için ciddi enerji, para, emek, sabır ve zaman harcıyorlar ancak bu arayışın temel amacı olan şeyi nadiren yapıyorlar: müzik dinlemek!
Müziği bile dinlerken, hangi sesin nasıl çıktığını kavramaya çalışmaktan dinledikleriyle aralarına kalın bir perde giriyor.
Bu ikinci kesim insanı eleştirmek için ya da kötülemek için söylemiyorum bunları; tarif etmeye çalışıyorum. Cihaz koleksiyonculuğu yapmanın kötü bir yanı yok. Sonik dünyayla, cihaz üretim süreçleriyle, elektronikle ilgilenmek de, eminim, çok keyiflidir.
Benim tanıdığım bazı insanlar var ki, oturma odalarında servet yatıyor ve aynı zamanda kıskanılacak ölçüde rafine müzik dinliyorlar.
Ama bu sohbetimizin temel motifi müzik olduğuna göre söylemeye çalıştığım şey şu; insanı müzik dinlemekten uzaklaştıran tehditler arasında, sadece iyi bir sisteme sahip olamamak değil bazen çok iyi bir sisteme sahip olmak da var.
Şunu da söylemeden geçmemeli; bazen müzikten en çok keyif alınan zamanlarda ses sıradan bir cihazdan geliyor ve siz o zamanlarda aletin nasıl tınladığıyla hiç ilgilenmeden, hatta bunu farketmeden, çalan müziğin içine gömülüyorsunuz, müzik sizin içinize yerleşiyor.
Dolayısıyla söyleyeceğim şu cümle tümüyle öznel tercihimdir; derdiniz, hedefiniz iyi müzik dinlemekse ya da müziği iyi dinlemekse, kendinizi eşyanın çekiciliğine kaptırmayın; modaya kapılmayın; reklamlara, eleştiri yazılarına çok takılmayın; kulağınıza güvenin.
Herşeyden önce, müziği nasıl tükettiğinizi, nasıl dinlediğinizi, alışkanlıklarınızı gözden geçirin. Tabii ki ne kadar para ayıracağınızı belirleyin. İhtiyacınız olmayanı almayın. Sizi mutlu edecek olanı, kulağınızın onayladığını alın. Ve sakın ama sakın acele etmeyin.
Ben ancak size kendi yolculuğumu aktarabilirim. Onun dışında hi-fi konusunda daha fazla konuşacak yetkinliği kendimde görmüyorum. Özetle içiciyim, satıcı değilim.
Ne kadar hi-fi diye nitelenebilir, bilemiyorum ama müziği iyi dinleyebilecek bir sistemim var, tabii ki daha iyi bir sistemim olsa hiç fena olmaz ancak elimdeki sistemi müzik dinlemek için kullanıyorum ve ben özetle bir hi-fi’cı değilim, dinleyiciyim.
Bir plakseverin zehirlenme anı
Yeni yeni müzik dinlemeye başlamışım. Aynı kafada bir arkadaşım var, beraber takılıyoruz. Oturdukları apartmanda komşularının büyük oğlunun, şimdi bile düşündüğümde başımı döndüren güzellikle bir plak arşivi var ve en önemlisi dinlediklerini başkalarıyla paylaşmaktan büyük bir haz alıyor. Onun çektiği karışık kasetleri dinliyoruz. Neler var? 60 sonları 70 başları altın çağını yaşayan klasik rock müziğin önemli tüm müzisyenleri, grupları var. Bazen Giray’ın evinde bazen bizim evde, Almancıların hediye olarak getirdiği cinsten üçüncü sınıf kaset çalarlarda, evire çevire bu kasetleri dinliyoruz. O yaşında, bırakalım ağırsikletleri, Grand Funk Railroad ya da Quicksilver Messenger Service dinleyen bir insan da iflah olmuyor.
Akhisar’da yaşıyoruz. Babam otomobil tamircisiydi. Haftasonları sıklıkla bit pazarlarını dolaşır, akla hayale gelmeyecek ıvır zıvırlar alır eve gelirdi.
Hala duruyor mu bilmiyorum, Basmane’de bit pazarı vardı. Bir Pazar günü, Nova’ya atladık ve birlikte İzmir’e gittik. O yaşta bir çocuk ikinci el eşyanın, hurdanın, çerçöpün sergilendiği tezgahların arasında dolanmaktan hoşlanır mı? Babanızla birlikteyseniz evet!
Babam bir tezgahın başında fazlaca takılmıştı ve benim sınırlı ilgim dağılınca yandaki diğer tezgahlara yönelmiştim. İşte iki tezgahın arasında bir kutunun içinde plakları o an fark ettim.
O gün eve tüm yolculuk boyunca kucağımda taşıdığım iki plakla döndüm. The Rolling Stones’un müthiş albümü Sticky Fingers, diğeri de Deep Purple’ın sıkı albümlerinden Who Do we Think We Are.
Evdeki plakçalarda kaç kez dinlediğimi bilemiyorum ama zaten alındığında kötü durumda olan bu iki plak, dinlenmekten hurdaya çıkıncaya kadar dinledim. Ne gam!
Plak sevdam işte böyle başladı. O gün, sonraları önemini daha iyi kavradığım bir şeyi daha öğrenmiş oldum. Birinin çöpü diğerinin zenginliğidir. Hele de konu plak olursa…

Gereksiz bir detay olabilir ama şunu da anlatayım.
Sticky Fingers’ın kapak tasarımı Andy Warhol’a ait ve plağın orijinal ya da dönem baskılarında şu gördüğünüz jean pantolonun fermuarı gerçek bir fermuar. Elimdeki baskıda yok; plağa zarar verdiği için düz fotoğraf baskısı kullanılmış. Bana sorarsanız, palavra! Maliyeti düşürmek için ve biraz da The Rolling Stones çaptan düşmeye başladığı ve satın alan kişilerin mizah anlayışı, döneminkine göre çok daha kıt olduğu bilindiği için fermuarı iptal etmişlerdir.
Sanırım merak ettiniz, çünkü zamanında, fermuarı açınca ne çıkacağını, ben merak etmiştim. Yerli baskıydı, maalesef fermuarı açınca beni gri karton dışında başka şey beklemiyordu. Yıllar sonra dönem baskısıyla karşılaşınca fermuarı açtım. Tahmin ettiğiniz şeyin fotoğrafı vardı.
Sonraları plak gözden düştü. Evdeki plakçalar depoya kalktı. Kompakt kasetler yaygınlaştı. Dünya digital formatla tanıştı, CD kasetlerin yerini aldı. Ben de bu gelişime ayak uydurdum ve 90ların ortasında Ankara’ya geri döndüğümde tanıştığım bir hi-fi ustasının evine hoparlör almak için gittiğimde gördüğüm Technics plakçaları satın alınca plak sevdam debreşti. O gün bu gün plak alıyorum.
Neden müziği plaktan dinliyoruz?
Öncelikle, sesinin doğallığı, doğrudanlığı ve sahiciliği için. Eşit koşullar altında herhangi bir dijital formatın plaktaki sesin güzelliğini verebilmesi imkansıza yakın. İstisnaları var, ondan bahsedeceğim.
Tabii dezavantajları var ama plak, formatı gereği, sizi dinleyeceğiniz müziği ciddiye almanıza sevk ediyor. Baksanıza, bir kere boyut olarak dahi CD’yi eziyor.
Şaka tabii ki ama bu boyut meselesinin pisişik etkileri olduğuna inanıyorum. Son tahlilde müziği hissedebilmek için zihni bir uygunluk ve hazırlık gerektiğini düşünürseniz, dinleyeceğiniz müziği barındıran medyanın görülebilirliği, yazılanların okunabilirliği de alacağınız keyfi etkileyen bir unsur.
Plak koleksiyoncusu kimdir?
Aslında mütevazi bir plak koleksiyonum var. Buna koleksiyon demek ne kadar doğru bilmiyorum çünkü biriktirici değilim, fetiş nesne avcısı gibi davranmıyorum, dinlemeyi istediğim plakları alıyorum. Mesela Blue Note plaklarının tamamını edinmek gibi bir arzum yok, çünkü aralarında zevk almayacağımı bildiğim albümler de var ya da Elvis Presley adına çıkmış ne kadar plak varsa bunun peşinden koşmuyorum çünkü Elvis de dahil herhangi bir sanatçıya fanatik dinleyici hüviyetiyle yaklaşmıyorum. Blue Note arşivini ya da Elvis Presley’in yayınlanmış tüm diskografisini tamamlama derdindeki adama koleksiyoncu diyorum.
Koleksiyoncu daha ziyade plağın nesne değerine önem veren kişilere deniyor, kanatimce. Tabii ki plak dinliyorlar; tek amaçları edinmek, sahip olmak değil. Ama önlerine çıkan plakları seçerken satın alma motifleri çoğunlukla koleksiyonlarının tutarlılığı. Misal; bir kısım plak alıcısı da popüler olan ne varsa, endüstri neyi gözümüze sokuyorsa onları edinmekten hoşlanıyor. Sonuçta onunki de pop koleksiyonu oluveriyor. Bir yanıyla, koleksiyoncu sayısı kadar koleksiyonculuk tipi var da denilebilir.
Caz, zamanımın büyük bölümünü işgal eden bir tutku. Dolayısıyla plaklarımın çoğunluğu caz, hatırı sayılır bölümü de rock plakları.
Plakları nasıl seçmeli?
Çıtırtı fetişisti değilim. Dolayısıyla temiz olmasına dikkat ediyorum. İlla dönem baskısı almak gibi bir takıntım yok. Herşeyden önce dönem baskılarının büyük bölümü –ki en geç 80lerin ortasında basılmış plakları kastediyorum- zamana dayanamıyor ve kötü saklama koşullarına maruz kalmış durumdalar.
Kaldı ki, yeni baskılar kötüdür gibi genelleme doğru değil. Geçmişte de günümüzde de kötü basılan ve iyi basılan plaklar var. Hatta bazı yeni baskılar dönem baskılarına oranla çok daha sahici ve kaliteli sunum verebiliyor.

Şunu da unutmamak lazım. Bazı dönem baskılarının fiyatına yaklaşmak mümkün değil. Yabancı baskılarda bu dönem baskısı konusu dinleyici açısından çok ezici değil çünkü çok ama çok büyük bir piyasadan ve ciddi sayıda baskı görmüş albümlerden bahsediyoruz. Önemli bir husus da şu: batı dünyasında insanlar geçmişlerine ait nesneleri çöpe atmamayı, saklamayı ya da değerlendirmeyi seviyorlar. Ve her şeyden önemlisi, özellikle Amerika’da çoğunluğun garajı ya da deposu var, eski nesneleri orada biriktirmişler. Mimari, yaşam biçimlerini ya da yaşam biçimlerii mimarilerini etkiliyor, diye bir genelleme yapılabilir sanki.
Oysa bizde durum tam tersi. Hepimiz, birilerinden şu muhabbeti işitmişizdir: “Çocukluğumuzda evde plak dinlenirdi; sonra eskiciye sattık, mandal aldık, bir kısmı da çöpe gitti.”
Buna, bir de zamanında Türkiye’de plakların, batıdaki adetlere göre çok daha az sayıda basıldığı, 33lükten ziyade 45lik basıldığı, 45liklerin de çoğunlukla hor kullanıldığı gerçeğini ekleyin. Erkin Koray, Cem Karaca ya da benzeri isimlere ait albümlerin astronomik rakamlara satılıyor olmasına şaşırmamak gerekiyor. Maalesef az basıldılar, günümüze kadar yaşayabilen az sayıda plak var ve herkes onlara sahip olmak istiyor.
Eh, öyleyse bu plaklar neden ucuz olsun?
Neyse ki yabancı baskı dönem plaklarının büyük çoğunluğu hala erişilebilir fiyata bulunabiliyor..
Plak alırken bir başka husus, tabii ki ona vereceğim bedel. Sevdiğim müziği, audiophile baskı plaklardan dinlemeyi ben de isterim. Ama benim için makul sayılabilecek olan rakamın üzerinde bir bedel ödeyerek alacak kadar zengin değilim maalesef.
Albümlerin yayınlandığı zamana uymaya çalışıyorum. Yani plak devrinde yayınlanmış albümleri plak olarak, digital çağda yayınlanmış olanları da dijital formatta edinmeye ve o kaynaklardan dinlemeye özen gösteriyorum.
Digital müzik kötü mü?
Tek kelimeyle cevap vereyim , hayır!
Benimki şekilsel bir tavır değil. Bir ses kaydının plak için remastaring süreci ve sonucu ile dijital format için yapılan bir hayli farklı. Dolayısıyla Miles Davis’i plaktan dinlemeyi tercih ediyorken, Chris Potter’ı dijital kaynaklardan dinlemeyi tercih ediyorum. Endüstri, albümleri ya da şarkıları, çoğunluğun dinleyeceği kaynaklara uygun şekilde remaster ediyor. Neredeyse 40 yıldır CD ve diğer dijital formatlar için, son 10-15 yıldır da müzik platformları ve onların dinlendiği görece low-fi dinleme araçları için remaster ediyor. Bir albüm için birden farklı şekilde remaster edecek bir endüstri de yok. Dolayısıyla, istisnalar hariç, dijital dönemde üretilmiş müziği analog formatta satın almak çok anlamlı değil.
Bir takım ihtisas sahibi şirketler var tabii ki. Örneğin Mobil Fidelity firması plak devrinde ya da dijital dönemde kaydedilmiş albümleri kendi laboratuvarlarında remaster ediyor ve o haliyle plağa basıyor. Tabii ki sonuç çoğunlukla tatminkar seviyenin üstünde ama daha önce de dediğim gibi, bütçe dostu ürünler değil bunlar.

Şu söyleyeceğim çok öznel bir tespit. Akustik müziklerden uzaklaştıkça, elektrikli sazların olduğu ya da hatta elektronik seslerle örülmüş müziklere geçtikçe CD’nin daha başarılı ses ürettiğine dair bir kanaatim var. Ama sanırım, remastering süreci, müziğin hangi formatta dinlenilmesinin daha iyi olduğunu belirleyen temel unsur.
Daha önemli olan husus ise şu. Müzik dinleme süreci psikolojiktir. Yani siz nasıl hissediyorsanız öyledir. Analog sesin yumuşaklığındansa, dijital sesin keskinliğini daha çok sevebilirsiniz.
Ayrıca dinlediğiniz ortamın ve zamanın da önemi var. CD ya da genel olarak dijital format, günümüz insanının yaşam ritmi düşünüldüğünde reddedilemeyecek ölçüde pratik. Her yerde ve her zaman plak dinleyemeyebilirsiniz. Dijital formatın erişilebilirliği ciddi avantaj.
Bu noktada, yazının başında hi-fi için söylediğim bir tespiti, plak/cd, analog/dijital tartışması için de söylemek mümkün. Aslolan müzik dinlemekse bu tartışmanın çok da önemi yok. Kulağınıza güzel geliyorsa her format güzeldir. Yoksa en iyi formatı bulmak derdine düşersek, müziği sadece makara teypten dinlemeniz gerekir.
Yeri gelmişken söyleyeyim, her müzik tutkunun bir kere olsun makara teypten müzik dinlemesini tavsiye ederim. Hele de suyunun suyu değil ise, yani orijinal analog master kayıtlardan birinci kopya olarak üretilmiş makara teyp ise karşınızdaki, bu deneyim sizi bambaşka bir boyuta taşıyacaktır.
Öznel bir koleksiyon ya da Masumiyet Müzesi
Rock müzikte gençliğimde dinlediğim ve müzik beğenimi etkilemiş olan albümleri de plak olarak satın alıyorum. Klasik rock dinlemeyi sevdiğim için ve onların çoğunluğu da plak devrinde yayınlanmış olduğu için plaklarını almayı ve dinlemeyi seviyorum. Yani, aslında, zamanında almadığım ya da alamadığım plakları alıyorum, Bir nevi geçmişi tekrardan yaratıyorum. Orhan Pamuk’un masumiyet müzesi gibi bir fetiş nesneler sergisi değil. Onları müzelik nesnelermişçesine seyretmiyorum, dinliyorum. Ciddi sayılacak zamanımı da rock plaklarıma ayırıyorum.
Bakın, rock plakları özelindeki bu satınalma motifi de bir çeşit koleksiyon sayılabilir.
Lambalı mı Solid State mi?
Teorik olarak, kesinlikle lambalı!
Böyle başladım ama bakalım böyle bitirebilecek miyim?
Kolaylıkla anlatabileceğim bir durum değil bu, karşılaştırmalı dinlediğinizde farkı daha iyi anlayabiliyorsunuz.
Plak için söylediklerime benzer durum söz konusu. Ses daha doğal, daha sahici, daha doğrudan. Eşit koşullar altında solid state bir amfinin lambalı bir amfinin üreteceği sesin güzelliğini verebilmesi imkansıza yakın.

Plak/CD karşılaştırması için söylediğimi bu konuda da söyleyebilirim. Lambalı bir amfinin yumuşaklığındansa, solid state bir amfinin keskinliğini, agresifliğini daha çok sevebilirsiniz.
Öznel bir tespit olacak; uzun dinleme seanslarında solid state bir amfinin lambalı amfiye göre daha fazla yorduğunu deneyimledim.
Lambalı bir amfinin güzelliğine yakın güzellikte ses üreten solid state amfiler de yok değil; ancak tahmin edersiniz, fiyatları el yakıyor.
Bir diğer husus da hoparlörle uyum. Teknik ya da tümüyle tasarıma bağlı sebeplerden ötürü çoğu hoparlör amfi seçer. Tersi de doğru. Dolayısıyla, ancak, bu iki komponenti bir arada dinlediğinizde doğru bir karar verilebilir. Aktif hoparlörler bu zahmetli işe iyi bir alternatif oluşturuyor.
Şunu da söylemeden edemeyeceğim. Lambalı amfi sözkonusu olduğunda entropi kanununun geçerli olduğunu unutmamalı. Lambaların bir ömrü vardır ve lamba değiştirme zorunluluğu iyi bir müzik dinleyicisini madden ve manevi açıdan kasabilir.
Değiştirme zamanı geldiğinde alacağınız lambaların değerlerinin iyi olması, doğru şekilde üretilmiş olmaları, NOS lamba ise doğru koşullarda saklanmış olmaları ve buna benzer benzemez çok faktör lambalı amfi sahibi insanların başını bir hayli ağrıtır. Yani evet lambalı amfi iyidir, dinlemesi keyiflidir ama dinleyicisinden ilgi ve ihtimam bekler. Buna hazır olmayanların kısa yoldan solid state amfiye yönelmelerini öneririm.
Param çok, bastırırım, istediğim lambaları alırım demeyin. Lambaların eskime süreci logaritmiktir, lamba yavaş yavaş yaşlanır, ses yavaş yavaş bozunuma uğrar Ve bu eskime süreci zamana yayıldığı için ve sizin kulağınızın referans seviyesi de bu zaman boyunca sürekli aşağıya gittiği için, mutsuzluğunuz da siz fark etmeden artar. Sancılı bir süreçtir yaşlanmak ve bir gün acı gerçekle yüz yüze gelirsiniz.
Geçmişte keyifle dinlediğiniz bir albümü tekrar dinlediğinizde hiç zevk almazsınız. Sorun sizde değilse, bilin ki amfinin lambalarının değişme zamanı gelmiştir.
Efendim, özetle, her güzelin bir kusuru var.

Kablolar çok mu önemli?
Kabloların performansı değiştirmediğini ya da iyileştirmediğini söylemek için sağır olmak lazım. Tersine tespitler de duyuyorum ya da okuyorum ama hoparlörleri bi-wire bağladığımda ses çözünürlüğünün dramatik olarak arttığına şahit oldum. Benzer şekilde sinyal kablolarını yenilediğimde farkı net şekilde duydum. Bir zaman önce farklı ürünlerle denemeler yapmıştım. Ama elimdeki cihazların fiyatlarıyla orantılı ürünlerde karar kıldım.
Öznel bir kanaatimi dillendireyim. Kablo söz konusu olduğunda fiyat/performans eğrisi aritmetik değil logaritmik çalışıyor. Temel olarak fiyat arttıkça iyileşmenin de aynı oranda artmasını beklemek makul olabilir, ancak fiyat yükseldikçe alınan verimin artış hızı fiyatla doğru orantılı değil. Bir noktadan sonra verim artışı hissedilebilir ya da işitilebilir olmaktan çıkıyor. Bu durum tabii ki cihazlarınızın kalitesi ile de ilintili. Kel başa şimşir tarak almamaya özen göstermek gerekir.
Sonuç: Analog mu digital mi? Plak mı CD mi?
Yazı uzun ama özeti kısa. “Analog mu digital mi” sorusunu sormakta ya da tartışmakta bir beis yok ama neticesi belli. Sizi hangisi mutlu ediyorsa doğru olan odur. Aynı durum “plak mi CD mi”, “lambalı amfi mi, solid state amfi mi”, “pasif hoparlör mü aktif hoparlör mü” soruları için de geçerli. Hepsinin cevabı aynı: “Siz hangisini sevdiyseniz o!”
“Benim durumum iyi, Hi-fi benim için tutku, cihazlar arasındaki farkları keşfetmek harika” diyorsanız, ona da diyecek sözümüz olmamalı.
Ancak hangi yöne meğil ederseniz edin, okuduklarınıza, tavsiyelere göre hareket etmeyin, kulağınızla karar verin, hatta mümkünse cihazları, müziği dinlediğiniz kendi mekanınızda deneyin.
Müzikle kalın, hoş kalın.
■ Dark Blue Notes’da görüş yazıları
■ Turgay Yalçın’ın Dark Blue Notes’daki diğer yazıları
■ What Hi-Fi
Yazınızı büyük bir keyifle okudum abiciğim, ele aldığınız detaylar, müzik formatları arasındaki farkları ve dinleyiciye etkilerini çok güzel bir şekilde açıklıyor. Özellikle analog ve dijital sistemler arasındaki kültürel ve duygusal ayrımları ortaya koymanız oldukça etkileyiciydi.
Bununla birlikte, kendi düşünceme gelince, en iyi cihaz, insanın kendi kulağa hoş gelen sistemdir anlayışı ile birlikte, insanın sahip olduğu elindeki sistem dünyanın en iyi sistemindan daha iyi olduğu inancıdır ☺️ Kendi sistemimizle barışık olmak, en iyi müzik deneyimini yaşamamızı sağladığını düşünüyorum. Önemli olan, teknolojiden çok, müziğin ruhumuza nasıl dokunduğu değil midir.
Dijital mi analog mu? Analogun sıcaklığı ve dijitalin netliği gibi, her formatın kendine özgü güzellikleri olduğunu düşünüyorum. Bir pikapta dönen plağın verdiği ritüel hissi de, dijital bir kaydın berrak netliği de insanı farklı şekillerde etkiliyor. analog, sıcaklığı ve nostaljisiyle duygusal bir bağ kurarken, dijitalin berraklığı ve taşınabilirliği modern ihtiyaçlara hitap ediyor. Bu tüm deneyimler, kişisel bağlarımızı ve alışkanlıklarımızı zenginleştiriyor.
Sonuç olarak, müzikte mükemmellik, teknolojik özelliklerden çok, dinleyicinin o anki duygusal bağında yatıyor. Sizin de dediğiniz gibi, bu bir seçim meselesi ve her iki dünyanın güzelliğini kucaklayabilmek oldukça değerli. Yazınız için tekrar teşekkür ederim, gerçekten ilham verici!
Yazınızı büyük bir keyifle okudum, ele aldığınız detaylar, müzik formatları arasındaki farkları ve dinleyiciye etkilerini çok güzel bir şekilde açıklıyor. Özellikle analog ve dijital sistemler arasındaki kültürel ve duygusal ayrımları ortaya koymanız oldukça etkileyiciydi.
Bununla birlikte, kendi düşünceme gelince, en iyi cihaz, insanın kendi kulağa hoş gelen sistemdir anlayışı ile birlikte, insanın sahip olduğu elindeki sistem dünyanın en iyi sistemindan daha iyi olduğu inancıdır ☺️ Kendi sistemimizle barışık olmak, en iyi müzik deneyimini yaşamamızı sağladığını düşünüyorum. Önemli olan, teknolojiden çok, müziğin ruhumuza nasıl dokunduğu değil midir.
Dijital mi analog mu? Analogun sıcaklığı ve dijitalin netliği gibi, her formatın kendine özgü güzellikleri olduğunu düşünüyorum. Bir pikapta dönen plağın verdiği ritüel hissi de, dijital bir kaydın berrak netliği de insanı farklı şekillerde etkiliyor. analog, sıcaklığı ve nostaljisiyle duygusal bir bağ kurarken, dijitalin berraklığı ve taşınabilirliği modern ihtiyaçlara hitap ediyor. Bu tüm deneyimler, kişisel bağlarımızı ve alışkanlıklarımızı zenginleştiriyor.
Sonuç olarak, müzikte mükemmellik, teknolojik özelliklerden çok, dinleyicinin o anki duygusal bağında yatıyor. Sizin de dediğiniz gibi, bu bir seçim meselesi ve her iki dünyanın güzelliğini kucaklayabilmek oldukça değerli. Yazınız için tekrar teşekkür ederim, gerçekten ilham verici!
Harika bir yazı olmuş Turgay Ağabey kalemine sağlık, herkes yanına bir şeyler alıp götürebilir..
Turgay Bey, merhaba,
Hani oturup ben de bu konuda bir yazı yazacak olsam, herhalde hemen hemen çok benzerini yazmış olurdum. Bir şekilde benim de lambalı amfilerden müzik dinlediğimi öğrenen çok sevdiğim bir plakçı arkadaşım bana çok yerinde bir soru sormuştu. ”Siz müzik dinleyenlerden mi, yoksa cihaz dinleyenlerden misiniz?”. Tabii ki benim cevabım müzik dinleyen ve bundan keyif alan biriyim şeklinde olmuştu. Ama bir zamanlar bir arkadaşım sayesinde kıyısından, kenarından girmiş olduğum HiFi camiasında beklediğimden çok daha fazla cihaz dinleyicisine de rastladığımı da söylemeden geçemeyeceğim. Gençliğimde Bursa’daki evimizdeki mono radyodan TRT3 caz programlarını dinleyerek caz müziğini sevmiştim. Benim için o radyodaki sesler unutulmazdır. Bir de yurtdışında çalıştığım bir dönemde sevdiğim müzikleri geceleri bir walkman’den dinlerken duyduğum sesi de unutamam. Netice olarak bugün daha iyi sistemlerden sevdiğim müzikleri dinleyebiliyor olsam da, asıl olan müzik ve onu dinlerken aldığımız keyiftir. Analog’muş, dijitalmiş ya da plakmış, kasetmiş veya CD imiş, bunlar ince detaylardır. Güzel yazınız için tekrar çok teşekkürler, selam ve sevgiler,