42. İstanbul Film Festivali: Kapanış
Bir film festivali daha geride kaldı, her şey yerli yerinde, sessizlik dökülüyor bir yerde yaprak yaprak.
Film festivallerinde insan salondan salona koşar. Bilet aldığın iki seansın biri Avrupa biri Anadolu yakasındadır, o filme yetişmek uğruna eşyalarını saçarsın sağa sola, ne yapar eder o filmi izlemek çok istediysen bir şekilde yetişirsin. Sanki şehir o filmleri izleyebilmen için sana yardım eder, önce zor görünür her şey ama nefes nefese girdiğin o salonda henüz reklamlar dönerken yerine oturduğunda “Başardım!” dersin, bunun unutmayacağın bir anı olduğunu bilirsin. Film başlıyordur. Seyirciler alkışlar bittiğinde salonda film ekibi olmasa bile, kimse yerinden kalkamaz, düşünür jenerik aktıkça. İşte öyle salonlardan çıkmak istemem. O anların içinde kalabilirim, o anlara döndüğümde kelimeler kendiliğinden dökülür sessizlik gibi.
Bu sene hiç böyle anım olmadı.
Yanlış bir rota çizmiş, etkileneceğim filmleri seçememiş olabilirim. Ama yukarıda anlattığım anıyı daha önce daha da yoğun zamanlarımda gittiğim festivallerde yaşayabildiysem, bu sene de böyle anılar biriktirebilmek isterdim. İstanbul Film Festivali, kendi seçkisinin duygulardan uzaklara, mantığa doğru ilerlediğini fark ettiği gün; yeniden böyle anılarımız olacak.
Ömer Kavur’un hayatını ve kendisini bazen kurmaca bir karakter bazen de yönetmen kimliğiyle anlatan, bu seneki festivalin Ulusal Belgesel Yarışması kategorisindeki filmlerinden Kavur’un en başlarında; bir filmi anlamanın değil hissetmenin önemli olduğunu söylüyordu Kavur. Filmlerin çoğunu hissetmeden yapılan festival seçkilerinin içinde yine de öyle filmler oluyor ki bazen, filmlerin içindeki yoğun duygular etraftaki hissizliği kırıp kendini gösteriyor. Kavur filminin içindeki yalnızlık üzerimden bir türlü ayrılmıyor. Şehirlere hapsolmayı, ıssız kasabalarda kaybolmayı, aileden ve dostlardan uzak, yabancı suratlarla çevrili trenlerde seyahat etmeyi, aramayı ama bulamamayı, film yapmayı, sevdiğimiz sinemayı yapmanın verdiği çaresizliği ve buna rağmen sinemasız yaşayamamayı düşünüyorum. Ömer Kavur’u anlıyorum. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın filmde bahsi geçen dizeleri, her şeyi anlamlı kılıyor. Gece Yolculuğu’na çıkıp yazdıklarımın hepsini denizin dalgalarına bırakabilirim bir gün. Ömrümün rüyası geride kalan eşyalarıma siner.
Ama hiçbir zaman Korhan Yurtsever kadar cesur olamayacağım. Kavur filminden sonra Sinematek’te yakın zamanda restore edilmiş hâliyle ilk kez Türkiye’de seyircilere sunulan Kara Kafa’nın gösterimi; bu festivalden beklemediğim kadar özel, duygulu, cesur anlarla doluydu. 44 yıl önce Türkiye’de sansür kurulunca yasaklanan, işçi sınıfının sorunlarından bahseden, direnişle dolu Kara Kafa filmini çeken, ilk ve son gösterimini yapıldıktan sonra İstanbul’da çapraz ateşe tutulan, Almanya’ya kaçan, geri döndüğündeyse Moda Kültür Merkezi’nin önünde yeni filminin bir kopyasını protesto amaçlı yakan Korhan Yurtsever; bu olaydan sonra bir daha film yapmayacağını söylemiş. Yapmamış. Üzerinden yıllar geçtikten sonra; filmin Berlin ve İstanbul’da gösteriminin ardından 76 yaşındaki yönetmen şimdi yeniden sinemaya dönmek istediğini, elinde 11 senaryosu olduğunu söylediğinde gözlerim doluyor. “Öyle bir film yapacağım ki hepiniz şaşıracaksınız, söz veriyorum”, diyor. Bense bu kadar yıl boyunca yapamadığı filmleri düşünmeden edemiyor, bir yandan da böyle bir günün parçası ve şahidi olduğum için buruk bir mutluluk hissediyorum. Kara Kafa’nın hak ettiği yerlere gelmesini, bir de MSGSÜ Türk Film Arşivi’nde çalışanların 16 Nisan Pazar akşamı Korhan Yurtsever’e verdikleri sözü tutup Fırat’ın Cinleri’nin bir kopyasını ona vermelerini umuyorum. Korhan Bey’in bu sözün peşine düşeceğinden eminim.
■
Yazımın nasıl devam edeceğine karar veremediğim bu anda, gökyüzü karardı. Akşamüstü olmasına rağmen salonda yalnızca bilgisayarın ışığı var ve tabii ki gök gürlüyor. Dediğim gibi, unutamadığım anılarımın sonu fırtınayla biter. Küçüklüğümden beri gittiğim bir festivale ilk kez basın mensubu olarak katılabildiğimi, neler yazacağımı düşündüğüm akşamları, film sırasında salonun karanlığında aldığım notlarla kaplı küçük sarı defterimi unutmayacağım. Yağmur bana bunları da hatırlatacak artık.
■
Tabii yazdığım iyi yazdığım anlamına gelmiyor. Belki yazdıklarım Afire filmindeki Leon’un yazdığı Club Sandwich romanına benziyordur. Bu sene Berlin’de Büyük Jüri Ödülü’nü kazanan Afire’ı; festivalin sonlarına doğru, tam ihtiyacım olduğu anda izledim. Filmin adı ekranda belirmeden önce Wallners’ın “in my mind” şarkısı çalmaya başladı, film boyunca çaldı durdu. Şimdi de aklımda çalıyor.
Orman yangınlarının ortasında huzurlu bir ev, evde zamanla tanışacak ve birbirini sevecek yabancılar, deniz kenarında uyumak, yangının kar tanesi gibi dökülen küllerinin arasındaki telaşın hepsini huzurla ve iyi bir filmin bana verdiği huzurun bir süre sonra içimde dönüştüğü heyecanla izledim. Filmdeki ana karakter Leon, bir roman yazmıştı. Arkadaşı Felix’le gittikleri o güzel bahçeli evin sakinliğine rağmen bitmek bilmeyen huysuzluklarıyla romanını revize ediyordu. Ama filmde ilk sayfasını bizim de dinlediğimiz romanı hiçbir şeye benzemiyordu. Evin diğer misafiri Nadja ona kitabın çok kötü olduğunu söyleyecekti. Bir gün harika yazacak mıydı? Bir gün harika yazacak mıyım?
Kendime bu soruyu sordum.
Edebiyat öğrencisi Nadja’nın ezbere okuduğu Heinrich Heine’nin şiirinde olduğu gibi ölecek miydi aşıklar? Yanacaklar mıydı orman yangınları gibi? Felix ve Devid gibi el ele mi tutuşacaklardı? Korhan Yurtsever’in Moda’da yaktığı kendi filminin kopyası gibi yaptıklarımız yok mu olacak? Yazdıklarımın çoğu okunmayacak, okunanlar hatırlanmayacak. Ama bir kopyaları bir yerlerde saklı kalır. Ömer Kavur’un filmlerinin ne kadarı tamamlandı? Araştırdıkça keşfedilmemiş görüntülerini bulabiliyoruz hâlâ.
Sonra karar verdim. Hissettiğimiz sürece yangınlar kopacak, külleri kar taneleri gibi saçlarımıza düşecek. Hissettikçe yazacağız, ağladıkça güleceğiz. Üzüldükçe film izleyecek, film izledikçe üzülecek, bunları hatırladıkça gülümseyeceğiz. Belki bu anıları paylaştığımız insanlar da vardır. Onları anarız. Cümlelerimizi okuyan editörler, filmlerimizi birlikte çektiğimiz arkadaşlarımız, yazılarımızı okuyacak birkaç insan hep vardır. Onlar bize yaptıklarımızın çok kötü olduğunu söyler gerektiğinde. Ve hayat devam eder… Önemli olan bir gün harika yazacak olmak değil, yazıyor olmak, diyerek ben de kendimi avuturum.
Tabii festivaller her zaman üzmez bizi. Bazen de bir cuma akşamı festivalde restore edilmiş kopyasıyla bir Friedkin filmi izlemeye, Al Pacino’yu büyük ekranda görmeye gider, çok eğlenirsin. Annie Ernaux’ya koşarsın. Sonra o da öncelikle hislerden yola çıktığını söyler. Aradığımız his neyse onun peşindeyiz. Onun için yazıyor, film yapıyor, yaptıklarımızı hatırlamak istiyoruz.
Umarım gelecekte yalnızca hatırladığım filmler, filmlerden kalan dizeler, hisler, melodilerle değil; unutamadığım anılarla dolu bir İstanbul Film Festivali görürüm. Hem filmlerin hem festivalin rüyası işte o zaman eşyalarıma siner.
■■■
* Bu yazıda Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Her Şey Yerli Yerinde ve Heinrich Heine’nin Asra şiirinden alıntılar bulunmaktadır.