Piyanonun Zarif Hanımefendisi: Martha Argerich
Arjantinli klasik konser piyanisti Martha Argerich, Katalonya kökenli Yahudi-İspanyol bir ailenin kızı olarak 5 Haziran 1941’de Buenos Aires’te doğmuş. Yaşça ondan büyük bir çocuğun piyano çalamayacağını söyleyerek dalga geçmesi üzerine okulda öğrendiği bir parçayı kulaktan çalarak öğretmenlerinin dikkatini çekince durum hemen ailesine bildirilmiş; kariyerinin fitilini ateşleyen bu olayla yeteneği fark edilen Argerich, böylece yola erkenden çıkabilenler kervanına katılıp bilişsel gelişimiyle koşut bir eğitim alma imkânına kavuşmuş. Nitekim iki buçuk yaşında anaokuluna, üç yaşında piyano çalmaya başlayıp sekiz yaşında ilk konserini vermesi bile olağan bir durumla karşı karşıya olunmadığını anlamak için yeterli.
1955’te ailesiyle birlikte Arjantin’den ayrılarak henüz on dördünde genç bir kızken Avrupa kültürüyle tanışmış. Önce, klasiğin yanısıra jazz’la da ilgilenen ve onu önemli ölçüde etkilemiş olan Avusturyalı piyanist ve besteci Friedrich Gulda (1930-2000) ile; sonra Polonyalı-Belçikalı piyanist ve piyano pedagogu Stefan Askenase (1896-1985) ve İtalyan piyano öğretmeni Maria Curcio (1920-2009) gibi dönemin önemli isimleriyle çalışmış. Yanısıra Nikita Magaloff (1912-1992), Abbey Simon (1920-2019) ve Madeleine Lipatti’nin fikir ve deneyimlerinden de istifade etmiş. Gelişimi açısından verimli geçen bu dönemin meyvelerini toplaması çok sürmemiş; 1957 yılında üç hafta arayla hem Cenevre Uluslararası Müzik Yarışması’nı hem de Ferruccio Busoni Uluslararası Yarışması’nı kazanmış.
Ne var ki buraya dek benzer biyografilerden alışık olduğumuz üzere şaşmaz bir doğrusallıkla yükselen kariyer grafiği, bu noktada esaslı bir kesintiye uğrar. İtalyan piyanist Arturo Benedetti Michelangeli (1920-1995) ile verimsiz geçen bir çalışmanın ardından, idolleri arasında yer alan Vladimir Horowitz (1903-1989) ile tanışıp çalışabilmek umuduyla New York’a giden Argerich, burada da beklediğini bulamaz. Üç yıl sürecek bir bunalıma giren genç müzisyen bu süreçte ne piyano çalar ne de geleceğine dair bir girişimde bulunur; dahası piyanoyu bırakıp doktor olmayı bile düşünür. Neyse ki Stefan Askenase’in eşi Anny Askenase’in cesaretlendirmesiyle yeniden piyano çalmaya başlar ve tabir-i caizse dönüşü muhteşem olur; 1965’te, yirmi dört yaşında genç bir piyanist olarak katıldığı VII. Uluslararası Chopin Piyano Yarışması’nı kazanarak ismini tüm dünyaya duyuran Argerich, böylece yaşayan efsanelerden biri mertebesine erişeceği kariyerinin kapılarını tam da bileğinin hakkıyla ardına kadar açar.
Kendisine itibar kazandıran bu yarışma aslında uluslararası alanda elde ettiği ilk başarı değil; 1961’de piyasaya sürülen, Chopin, Brahms, Ravel, Prokofiev ve Liszt’in eserlerini yorumladığı ilk plağı büyük beğeni toplamıştır. Ayrıca Varşova’da yapılan yarışmada birinci geldiği yıl New York’daki Lincoln Center’da düzenlenen Great Performers Series’e etkileyici bir giriş yaparak tanınırlığını artırmıştır. 1967’de yine Deutsche Grammophon’dan çıkan ikinci plağında bu defa yalnızca Chopin’in yapıtlarını seslendiren Argerich, yetmiş küsur yıllık kariyerine düzinelerce albüm sığdırmıştır.
Röportajlarından da bilindiği üzere sahnede tek başınayken kendini yalnız hisseden piyanist, 1980’lere kadar solo icralar yaptığı resitallerine devam etse de giderek orkestrayla seslendirdiği konçertolara ve oda müziğine ağırlık vermiştir. Farklı ülke ve kültürlerden pek çok müzisyenle aynı sahneyi paylaşmış; bir yandan çalgısının yapısı ve konumu gereği kariyeri boyunca yalnız kovboy olmak durumunda kalan piyanistler için bu duyguyu biraz olsun hafifleten alternatif bir güzergâh sunarken, bir taraftan da yıllarca müzik yaptığı kişilerle sayısız deneyim yaşayıp hem içini hem de bir müzisyen olarak müziğini zenginleştirmiştir.
Basında yer almaktan, bilhassa özel hayatıyla gündeme gelmekten pek hoşlanmadığı bilinen Argerich, eşine ender rastlanan bir kariyere sahip olmanın yanında solistlik mertebesine ulaşmış birçok virtüöz müzisyen gibi hayatı ıskalamamış; iki evlilik yapmış, üç kız sahibi bir anne olan sanatçı, anadili İspanyolca’nın yanısıra İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca ve Portekizce konuşabilen, kendini farklı yönlerde geliştirmiş güçlü bir kadın olarak da hemcinsleri için örnek bir figür. Ortanca kızı Annie Dutoit’nın aktardığına göre, okula gitmek yerine evde kalmalarını tercih eden anneleri, onları kendi deyişiyle “bohem” bir tarzda yetiştirmiş. Dutoit’nın bu ifadesi tek başına kulağa biraz muğlak gelse de küçük kızı Stéphanie Argerich’in çektiği 2012 yapımı Bloody Doughter adlı, hem annesine hem de ailelerine ilişkin doğal ve çok hoş kesitler aktaran belgeseli izlediğimizde taşlar yerine oturuyor.
Kariyeri boyunca genç müzisyenlere destek olup sık sık onları evinde ağırlayan piyanist, bu yönüyle koşut olarak adil ve liyakat sahibi bir insan olarak da ayrı bir yerde tutulmayı fazlasıyla hak ediyor. Aradan uzun yıllar geçmesine karşın kendisinden söz edilen hemen her konuşmada bahsi geçen; hem yakın müzik tarihi, hem de kariyeri açısından önemli bir olay var ki onun bu özelliğini en iyi şekilde anlatmaktadır. 1980’de Varşova’da düzenlenen X. Uluslararası Chopin Piyano Yarışması’nın jürisinde bulunan Argerich, henüz yirmi iki yaşında bir genç olan Hırvat piyanist Ivo Pogorelic’in üçüncü turda elenmesi üzerine bu kararı protesto edip jüriden ayrılır. Daha sonra yarışmada birinci seçilen Vietnam asıllı Kanadalı piyanist Dang Thai Son’u tebrik etmek için jüriye halka açık bir telgraf göndererek, bir anlamda bu tavrının kişisel bir meseleden kaynaklanmadığını ifade eder ve kendisine yakışan nezaketi gösterir.
Ortaya koyduğu bu duruş, içinde bulunduğu kısıtlı çevre ve keskin kuralları olan klasik Batı müziği camiası açısından bakıldığında, otuz dokuz yaşında, kariyerinin zirvesindeki bir piyanist için oldukça risklidir. Dolayısıyla bu denli itibar edilen bir organizasyonda böylesi net ve kararlı bir tavır takınması pekâlâ adil, özgüvenli ve cesur bir kişiliğe sahip olduğuna delâlet görülebilir. Neyse ki bu hadise bilebildiğimiz kadarıyla önüne büyük bir engel çıkarmamış, kariyerinde hız kesmeden ilerlemeye ve genç müzisyenlere destek olmaya devam etmiştir.
1990’lı yıllar ciddi bir sağlık sorunu yaşayan piyanist için kolay geçmemiş; 1990’da başlayıp 1995’te nüksederek farklı organlara sirayet eden bir tür cilt kanseriyle mücadele etmek zorunda kalan sanatçı, Santa Monica’daki John Wayne Kanser Enstitüsü’nde uygulanan deneysel tedavi sonrasında sağlığına kavuşabilmiştir. Tedavi sürecinde sessizliğini koruyan Argerich, minnetini müziğiyle dile getirerek enstitü yararına Carnegie Hall’de resital vermiştir. Bu resitali özel kılan bir diğer husus ise on dokuz yıllık uzun bir aradan sonra ilk defa Amerika’da büyük bir salonda solo repertuvar seslendirmiş olmasıdır.
Onu yaşayan efsanelerden biri yapan alamet-i farikalarından biri de ilerlemiş yaşına ve hatırı sayılır bir süre mücadele ettiği sağlık sorununa rağmen göz kamaştırıcı tekniğini koruyabilmiş olmasıdır. 2016’da Daniel Barenboim’in şefliğinde Liszt’in I. Piyano Konçertosu’nu çaldıktan sonra The Guardian’ın “unutulmaz bir performans” olarak ifade ettiği konser vesilesiyle kendisi için yaptığı nüktedan yorum bunu çok iyi vurgular: “Argerich bu yılın Haziran ayında yetmiş beşinci doğum gününü kutladı, ancak bu haber parmaklarına ulaşmamış gibi görünüyor.” Çok değil, üç yıl sonra yine Barenboim idaresinde bu defa Çaykovski’nin I. Piyano Konçertosu’nu seslendirerek tekrar dikkatleri üzerine çekmiş; biyomekanikle ilgili mevcut bilgi ve algımızı bir süre daha boşa düşüreceğinin sinyalini vermiştir.
Gerek tekniği ve müzikalitesi gerek repertuvarı ve kayıtlarıyla, Martha Argerich’in yaşayan efsane olarak adlandırılan büyük piyanistlerden biri olduğu aşikâr. Fakat bunun da ötesinde onu diğerlerinden ayırıp özel kılan, karakterini, kültürel kimliğini, belki daha da önemlisi doğuştan getirdiği özünü olabildiğince korumuş olması. Üstelik bunu, yüzlerce yıllık gelişim sürecinde yapısal özellikleri, kurumları ve dinleyici kitlesi oturmuş; ait olduğu toplumsal sınıfın kesintisiz desteğiyle beğeni hiyerarşisindeki yeri hemen tüm dünyada kabul görmüş, bu sayede keskin ve köşeli sınırlar çizerek kendi habitatında yaşamaya devam etmiş köklü bir müzik geleneği içinde yapmıştır. Argerich, icra ettiği müziğe ilişkin tanımlamalarda sıkça karşılaşılan ve onun sınıfsal niteliğine vurgu yapan “asil” kavramının yerine “zarif” kavramını ikame etmiş, bunun altını da doğallıkla doldurmuştur. Müzik yoluyla ortak bir paydada buluştuğu, ekseriyetle aynı ortamları paylaşıp sohbet ettiği insanların çoğunun gönülden bağlı oldukları dünyayla sıkı bir ilişki kursa da mesafesini korumayı, tümüyle onun bir parçası olmadan içerisinde dolaşmayı seçmiştir.
Yeni çıkan bir albümünden veya sahnede göz kamaştırdığı bir performansından övgüyle söz eden yazılarda bile, basında “yeterince” yer almayışına ya da fazla röportaj vermeyişine yönelik ince bir siteme rastlamak mümkündür. Oysa ki bunun bilinçli bir tercih olduğu açıktır. Yalnızca müziğiyle, müziğini icra ettiği anlarda görünür olmayı seçen; sahnede abartılı giyim ve makyajı tercih etmeyip onun yerine rahatlığa verdiği önemi yansıtan bir kıyafet ve doğallığının sembolü hâline gelmiş uzun beyaz saçlarıyla kendi ışığını yayan bu zarif kadın, yaşadığı çağı göz önüne alarak söyleyecek olursak bir çeşit “modern münzevi”dir.
Sesin yerine geçip gerçeklik algısını tekeline alan görüntünün egemen olduğu bir çağda, salt müziği temsil eden mütevazı bir ses işçisi olan Argerich; konserlerinde ya da sosyal medyadaki videosunda müziğini paylaşırken dekolteli kıyafetiyle destekleme ihtiyacı duyan; bu yolla çağa ayak uyduruğunu yahut klasik müziğin imajını yenilediğini düşünen hemcinslerine, meselenin bu kadar basit olmadığını hatırlatan; her şeye rağmen başka türlüsünün mümkün olabileceğini gösteren canlı bir örnek, bir rehber aslında.
Argerich, bilebildiğimiz kadarıyla bugüne dek hiçbir siyasi partiyle bağ kurmamış veya belli bir ideoloji çerçevesinde politize olmamıştır. Bununla birlikte siyasetle ilişkilendirebileceğimiz iki tavrından bahsedilebilir. Bunlardan biri, 2016’da yakın dostu piyanist Daniel Barenboim’in Arjantin Cumhurbaşkanı Mauricio Macri ile görüşerek, Suriyeli mültecilerin bir kısmını ülkeye kabul etmesini istemesi ve bunu da Argerich adına yaptığını belirtmesi. Diğeri ise 2019 yılında verdiği bir röportajda idam cezasına karşı olduğunu, Fransa’da bunun yasalaşması için gereken mücadeleyi veren hukukçu ve siyasetçi Robert Badinter’i hayranlıkla desteklediğini söylemesi.
Argerich bugün itibarıyla seksen ikinci yaşına girmiş bulunuyor. İki büyük savaşa ve sayısız acıya tanıklık ettiğimiz; dünyanın küreselleşme adı altında renklerini yitirerek kocaman saydam bir köye dönüştüğü 20. asırda, müziğiyle kalbimizi yumuşatıp ruhumuzu dinlendiren, duruşuyla bize hâlâ başka biçimde de var olunabileceğini gösteren zarif ve cesur kadın, iyi ki doğdun, iyi ki varsın. Sevgiden, barıştan ve iyilikten mahrum bırakılmış dünyamızın ender güzelliklerinden biri olarak, sihirli parmaklarından çıkan müziğinle bize yaşamın, sanatın güzelliğini sunacağın; doğallığın ve samimiyetin ne büyük erdemler olduğunu hatırlatacağın nice senelerin olsun. Ve şimdi onu sevenler olarak hep bir ağızdan söyleyebiliriz;
God save the Queen!
Belgeselin tamamını izlemek için lütfen şu bağlantıyı tıklayın.