Akira Mizubayashi – Bin Yılın Aşkı
“Kitap ve Müziğin Birleştirdiği: ‘Bin Yılın Aşkı’ ”
Akira Mizubayashi’nin Bin Yılın Aşkı, Gözde Koca çevrisiyle Yapı Kredi Yayınları’ndan çıktı. Kitap, Fransızca profesörü Sen-nen’in opera sevdalısı Fransız Mathilde ile evliliğini, müzik sevgilerinin getirdiği tesadüflerin kaderlerine etkilerini anlatıyor.
Akira Mizubayashi, Bin Yılın Aşkı’nda yarattığı Sen-nen erkek karakteriyle benzer biyografik özellikler taşımasıyla dikkat çekiyor. Mizubayashi, 1951’de Japonya’da doğdu. Eğitimine Tokyo Yabancı Diller Okulu’nda başladıktan sonra Fransa Montpellier’de devam eder. 1973 yılında Fransız öğretmenliği yapar. 1989’da ise Sophia Üniversitesi’nde ders vermek üzere tekrar Japonya’ya döner.
Bin Yılın Aşkı ise, derin bir aşk öyküsü. Roman karakteri Sen-nen’in iki aşkı var; müzik ve Mathilde. Müziğin ondaki yeri o kadar mühim ki Mathilde’e olan aşkı dahi operayla bağlantılı. Müzikte insanın ulvi notalarını buluyor Sen-nen. Bir diğer aşkı ise kitaplar. Şiirler, romanlar… 30’lu yaşlardaki enerjiyi 55’ini geçtikten sonra dahi taşıyan bir tutkusu vardır. Plaklar, defterler, kağıtlar ve televizyonda opera seyredilen bir ev hayal edin… Bu ev Mathilde ile Sen-nen ortak aşkını yaşatan bir ruha dönüşür. İkisinin de ortak aşkı Figaro’nun Düğünü operası ise hayatlarının leitmotive’i gibi arka planda fonda çalmaya devam eder.
Fransızca profesörü olan, edebiyata ve müziğe meraklı Sen-nen, “insan sesinin başlı başına bir müzik aleti” olduğunu düşünür.
Tokyo Üniversitesi’nde Fransızca profesörü olan, edebiyata ve müziğe meraklı Sen-nen, “insan sesinin başlı başına bir müzik aleti” olduğunu düşünür. Müziğe merakı on üç yaşındayken televizyondaki İtalyan kadın opera şarkıcılarının onu büyülemesiyle başlar. Lisede opera eğitimi alan ağabeyi eve birkaç plak getirir, bu plaklarda Mario del Monaco, Beniamino Gİgli, Ferruccio Tagliavini, Jussi Björling gibi büyük tenorları keşfeder. Sen-nen bir gün Tosca’nın televizyonda yeniden yayımlanmasını büyülenmiş bir şekilde izler. Anlamadığı bu İtalyanca sözcüklere kalıp gider;
Sen-nen’in babası, yaşlılığının ilerleyen safhasında, karısı ondan önce vefat ederse bir gün sonra ölmek istediğini söyler; “Madem hepimiz ölümlüyüz ve ben de bir gün öleceğim, ölümünün hemen ertesi günü ölmek istiyorum.” (s.11) Bu söz onun aklından hiç çıkmaz, öyle ki kendisi de aynı düşüncelere kapılıp, ölümünden sonra karısını, maddi güçlüklerle dolu bir hayatta tek başına bırakmak istememektedir. Babası artık dünyada değildir, bir sabah onu Tokyo’daki bir hastanenin yatağında ölü bulurlar. Sen-nen babasının sözünün etkisindeki bu boğucu, yakıcı endişe içinde yaşar. Öyle ki sevgilisi, eşi Mathilde tedavisi zor bir hastalığa yakalanır. Ancak Sen-nen sorar;
Sen-nen ile Mathilde, bir yaz mevsimi Languedoc bölgesindeki küçük köyde yer alan şan kursunda tanışırlar. İkisi de henüz otuzlu yaşlarındadır. Sen-nen Fransız edebiyatı üzerine yazdığı tezi savunmuş, iş hayatına atılmak üzere Japonya’ya dönmeyi beklemektedir. Mathilde ise modern edebiyat ve felsefe alanlarında yüksek lisans yaparak kendini donatır, İngiltere’nin bir şehrinde Alliance Française derneğinde çalışır. Sen-nen çocukken ailesinin sessiz baskısı altında piyano çalmayı öğrenmiş ancak o yaşların çocuk zevkleri uğruna piyanoyu boşlamıştır. Lisede “Mozart’ın birkaç opera eseri ve Schumann’ın liedleriyle tanışır. Figaro’nun Düğünü ve Cosi fan tutte operalarını seslendiren koroların ahenginde gerçek bir dünya gençliğine, hiç bilmediği, adeta ulaşılacak ufku gösteren bir insanlığa” rastlar. Kendini adeta enerji topu gibi hisseder:
Mathilde ise çocukluk ve ergenliğini anne babasının isteği üzerine piyanoyla ilgilenerek geçirir. Eski bir konser sanatçısından piyano dersleri alır. Fakat dersleri çoğalınca enstrümanı bırakmak zorunda kalır. Üniversitede ise müziğe iştahı tekrar kabarır:
İkisi müzik vasıtasıyla birbirine tarifsiz bir yakınlık hisseder.
İki kursiyer, Mathilde ve Sen-nen, prova odasına gidecekleri sırada farklı dersleri beklerken tesadüfen tanışırlar. Mathilde, Pamina’nın Sihirli Flüt’ün ikinci perdesindeki aryasına çalışmaktadır. Sen-nen ise artık hayatından eksik olmayan Schumann’ın Şairin Aşkı serisinden birkaç liedin provasını yapmaktadır. Her notayı adeta inci gibi parlatır. Zaman zaman fark ettirmeden birbirlerine kaçamak bakışlar atarlar. Fakat birkaç dakika sonra birbirlerine gülümserler. Ara verdiklerinde genç adam konuşmaya cesaret eder ve ona Mozart’ın operalarına duyduğu aşkı anlatır. Uzun zaman önce Ingmar Bergman’ın yönettiği Sihirli Flüt’e hayranlığından bahseder. Mathilde ise filmi izlememiştir, Mozart besteleri gözünü korkutmaktadır. İkisi de birbirlerinin derslerine katılma konusunda anlaşırlar. Böylece şairler prenses birbirlerinin şarkılarını duyacaktır. Şair, prenseste yaralı, kırılgan bir kalbin ezgini hisseder, prenses de şairde özgürlüğe ve içtenliğe dair tutkulu bir ruh görür. İkisi müzik vasıtasıyla birbirine tarifsiz bir yakınlık hisseder.
Sohbetlerini mine çiçeği çayıyla dolu iki fincanın etrafında sürdürürler. Mine çiçeği romanın ilerleyen sayfalarında da karşımıza çıkacak önemli bir unsurdur. Mathilde, anne ve babasının ölümünün ardından onu ele geçiren derin kederi anlatacağı birini bulduğu için çok sevinir, kendi kendine düşünür:
Tanışıklıklarının ardından evlenirler. Fransız Konsolosluğu’ndaki ve Tokyo Belediyesi’ndeki hukuki işlemlerin ardından hiçbir tören düzenlemezler. Michelin yıldızlı bir restoranda kendilerini şımartırlar ve evlerinde Otto Klemperer albümünün yardımıyla, şan kurslarındaki final konserindeki gibi Papageno ve Papagena’nın düetini söylerler. Evlilik sektörünün tüm yozlaşmış tekliflerinden uzakta, toplumdan bağımsız, tek başlarına düzenledikleri gösterişli bir törendir bu. Müthiş bir duygu ve şefkat dalgasına kapılırlar. Mathilde yavaş yavaş bilmediği bir ülkede yaşamaya alışır. Emilie adında bir kızları olur. Bir de köpekleri Blanca vardır. Emilie, yirmisinde Fransızca, Japonca, İngilizce, İtalyanca, Almanca, Arapça ve Türkçe bilmektedir.
Akademisyenin müzikle ve edebiyatla olan bağlantısını anlatırken, anlatıcı çok güzel bir noktaya değinir. Akademik okumaların çoğu zorunlu, ezbere dayalı veya hatırlatıcı amaçlıdır. Bu nedenle not ede ede okunan, iş gibi üstlenilen okumaların verdiği tatla, merakla okunan kitabın hazzı başkadır. Akademisyenler için dezavantaj olan bu “overdoze” mağdurluğunun da altını çizer;
Mathilde çok ağır ve tedavisi hastalığa yakalandığında Sen-nen kendisini müzikle daha çok iç içe bulur. Öyle ki ikisinin ortak aşkı Figaro’nun Düğünü hayatlarının başrolü olur. Sen-nen, hisleri dolup taşana kadar her gün bu operayı izlemek için Opera Garnier’ye gitmek ister. Bunu eşinden saklamaz. Kadın, eşinin Figaro’nun Düğünü’nü izlerken ne kadar mutlu olacağını bildiğinden durumdan sadece memnun olacağını söyler. Açılan yaraları müzikle kapatmaya çalışırlar. Sen-nen, Figaro’nun Düğünü’nü izlerken gözleri kamaşır, bilinmeyen bir hisle dolup taşar. Susanna’yı oynayan Clemence’e ise hayran kalır:
Sen-nen bir sonraki sabah, Clemence S.’i görmek ve bu tutkuyu yaşamak için yeniden opera binasına gider. Orkestra Sinfonia’yı çalmaya başladığında tellerden çıkan seslerin yankısındaki yabaniliğe hayran kalır. Yayların tellere sürtmesinden kaynaklanan ufak pürüzler, kulağındaki sesleri dengeler. Müzikal gerilim tüm enstrümanlardan gelen fortissimo notalarla yükselir. İçini kıpır kıpır eden bir neşe kaplar. Sen-nen, artık tüm orkestralara katılmayı aklına koymuştur. İzledikçe hayran olduğu Clemence S.’ye ise duyguları hakkında bir mektup yazar. Karşı koyamadığı duygularıyla ikinci mektubu yazdığında Clemence S. İle tanışacaklar, opera binasının karşısındaki bistroda bir şeyler içeceklerdir.
Yıllar sonra, artık 55’ini geçkin bir adam olduğunda, 30’lu yaşlarında hayran olduğu Clemence’den aldığı bir maille Palais Granier’e gittiği günleri hatırlayıp sarsılır. O günler kendini adeta “yaşıyor” gibi hissettiğini düşünür. 29 yıllık sessizlik sona ermiştir. Clemence ise opera kariyerini evlenip yarıda bırakmış, anne olmuş ve çocuklarına bakarak hayatına devam etmiştir:
Sen-nen bu buluşmadan sonra hayata dönmüş gibi hisseder. Sabah kendine bir fincan kahve hazırlar ve radyoda Frideric Handel’in Mesiah oratoryosundan parçalar dinler. İlk prömiyer akşamı satın aldığı gösteri kitapçığını çıkarmak için çantasını karıştırır. O yıllarda Palais Garnier’de ilk defa sahneye çıkan Clemence S.’nin diğer sanatçılarla beraber tanıtıldığı sayfayı açar. Karl Böhm’e gözü çarpar ve bir albümü olup olmadığını merak eder. Bu merak, aşkla harmanlanan ve geçmişten gelen müzik tutkusunun tesiriyle yükselir. Sen-nen kendini dışarı atar. Plak dükkanlarını dolaşmaya gider:
Bin Yılın Aşkı’ndaki Sen-nin’in öyküsü müziğin derin anlamlarını aşkla besleyen bir adamın öyküsüdür.
Bin Yılın Aşkı romanının en önemli ve belki de en can alıcı bölümlerini mektuplar oluşturur. Burada kaybolmuş yıllara özlem, aşka dair bir umut ve müziğin sonsuz tınısı hissedilir. Mektuplar Clemence ve Sen-nen’in geçmişe dair özlemlerini birleştiren bir unsurdur. Müzik onları birleştirmiş, onlara yeni hayatlar, yollar açmıştır. Sen-nen, Mathilde ve Clemence’in yaşamı Figaro’nun Düğünü’nde birleşir. Onları mest eden bu opera hayatlarının fon müziği olur. Sen-nen müzik tutkusuyla yaşayan, bunu kitaplarla, plak dükkanlarıyla, operayla, gittiği konserlerle besleyen, bu dinginlikte geçmişe özlem duyan bir adamdır. Bin Yılın Aşkı’ndaki Sen-nin’in öyküsü müziğin derin anlamlarını aşkla besleyen bir adamın öyküsüdür.
Kitabı BURADAN satın alabilirsiniz.
Esin Hamamcı’nın Cazın Büyülü Dünyasına Açılan Kapı: Julio Cortazar – Takipçi yazısını BURADAN okuyabilirsiniz.