Şehre Blues Gelince: Sarp Keskiner Röportajı
Ankara Samms Bistro sahnesi 11 Mart Cumartesi gecesi, The Old Ramblers grubunu konuk ediyor.
Vokal, elektrikli gitar ve armonikada Türker Özer, vokal, elektrikli gitar, washboard, kazoo ve armonikada Sarp Keskiner, kazoo ve armonikada Orhun Keskinbıçak, bas gitarda Aykut Çerezcioğlu ve davulda Sedat Yalınkılıç‘tan oluşan ve temeli 2016’da İzmir’de atılmış The Old Ramblers‘ın ilk albümü Find Me on the Road Somewhere, Hollandalı plak şirketi Bone Union Records tarafından yayımlandı.
Bugüne dek Karşıyaka Caz Festivali, Cinatı Jazz Festivali, Picnic Sound Series gibi organizasyonlarda sahne alan The Old Ramblers, repertuarında 1920-60 döneminden blues, country, rock ‘n roll ve ragtime klasiklerine yer veriyor.
Bülent Seyitdanlıoğlu’nun, konserin öncesinde Sarp Keskiner’le gerçekleştirdiği röportajı okuyucularımıza sunuyoruz.
Samm’s konseri, ilk şehirlerarası turnenizin son ayağı olacak. Öncesinde sahne aldığınız yerler ve tarihler hakkında bilgi verir misiniz?
Samm’s konseri öncesinde 9 Mart’ta Kadıköy, Ağaç Ev’e; 10 Mart’ta Beyoğlu, Balkon’a konuk olduk. Ne tür müzik icra ediyor olursa olsun; güncel koşulların getirdiği kısıtlar, grupların şehirlerarasında dolaşımına önemli ölçüde ket vuruyor ve kültürel akışkanlıkla yeni tanışıklıklara olanak tanıyan karşılaşmalar maalesef kolay vuku bulmuyor. Diğer yandan, her zaman ve her fırsatta dile getirdiğim üzere Ankara’yı Türkiye’nin blues başkenti olarak biliyor ve tanıyorum çünkü gerek müzikal entellektüalitesi gerek yüksek beklentisi bağlamında Ankara izleyicisi ile her buluşma bizler için benzersiz fırsatlar sunuyor. Bu bağlamda, Dark Blue Notes aracılığıyla yıllar sonra yeniden Ankara’ya, hele barındırdığı güçlü müzikal hafızasıyla hepimizin kalbinde yer etmiş Samm’s’e konuk olmak, bizi onurlandırıyor.
Tuzlu Nehir, Mama & Friends, İstanbul Blues Kumpanyası, Moe Joe gibi kurucusu olduğunuz ekiplerin yanı sıra Sweet Papa Lowdown’ın Türkiye kadrosuyla kaydettiğiniz albümleri esas alırsak, sizi dünden bugüne blues’un geleneksel icra biçimlerini esas alan veya nereye doğru esnemiş olursa olsun; bu tarza güçlü referanslar veren gruplarla dinledik. The Old Ramblers müzikal izleğinizde nerede duruyor ve grup, önceki ekiplerden nerede ayrışıyor?
Yukarıda ismini sıraladığınız grupların tamamı 1994 – 1996 döneminde faaliyete geçti. Tuzlu Nehir ve Mama & Friends üç yıl kadar varlığını sürdürdü ve geriye kimi albümleşmiş bir dizi konser kaydı bıraktı. İstanbul Blues Kumpanyası ise geriye iki albüm bıraktıktan sonra 2000 yılında dağıldı. Ne var ki dönemin müzik sahnesinde büyük etki yaratmış sayısız festivalde sahne almış ilk üç grup, aslında maceranın başından itibaren birbirleriyle simbiyotik bir ilişki içerisindeydi. Örneğin İstanbul Blues Kumpanyası’nın 1997 yılında ilk ve son Türkiyeli grup olarak Efes Pilsen Blues Festivali’nde sahne alan kadrosu Tuzlu Nehir ve Moe Joe’nun üyelerinden oluşuyordu. Bu anlamda, üç grubun aslında kadroda yer alan tüm elemanlar için bir tür müzikal laboratuvar görevi gördüğünü söyleyebiliyorum rahatlıkla, bugünden geçmişe bakınca.
Tuzlu Nehir ile İstanbul Blues Kumpanyası, kavrayışı yettiğince Anadolu halklarının geleneksel müzik formlarının geleneksel blues formlarıyla nasıl “bir arada” icra edilebileceğini denemişken gelecek yıl orijinal kadrosuyla 30. kuruluş yıl dönümünü kutlayacak Moe Joe, daha en başından itibaren 1960 sonrası kentli blues’un hakkıyla icrasına odaklandı. İcrada geleneklere bağlılık bağlamında, benzer türden bir odaklanma eğiliminin The Old Ramblers için de geçerli olduğunu söyleyebilirim. Zira grup, benim Mama & Friends ve Sweet Papa Lowdown ile 90’ların ortasından bu yana aşina olduğum bir repertuvarı seslendiriyor.
The Old Ramblers, seslendirdiği repertuvarı kesenkes 1900–1950 dönemiyle sınırlarken Moe Joe, 1950 çıkışlı kentli blues repertuvarını otuz yıl boyunca olgunlaştırdığı bir icra biçimi doğrultusunda sahneye taşıyor.
Her iki grup, bir yandan döneme ait klasikleri yorumlarken diğer yandan geleneğin aslına uygun düşen bir icra anlayışıyla grup üyelerine ait parçaları seslendiriyor. Buradan hareketle iki grup da eldeki klasikleri yorumlamakla yetinmiyor; özgün kompozisyonlarla söz konusu müzikal janrların Türkiye’deki devamlılığını sürdürmeye dair çaba gösteriyor. Jan Mittendorp ile Hollanda’da kurduğumuz Bone Union Records önemli bir işlev üstleniyor: Türkiye’de kaydedilmiş blues ve ona komşu türlere ait kayıtları görünür, ulaşılabilir kılıyor.
Damardan bir soru olacak belki ama sizce blues, başlangıçta kırsalda yaşayan siyahların kentleşmesiyle otantikliğini ve sahiciliğini kaybetti mi ve blues nasıl oldu da kendinden sonraki tüm müzik stillerini bir şekilde doğurdu ya da etkiledi?
Her nerede yaşıyor ve üretiyor olurlarsa olsun; müzisyenlerle müzikologlar yıllardır ilk soruya cevap aramaya devam ediyor. Ben bu soruyu şöyle yanıtlamayı yeğliyorum: İlk formuna kırsalda kavuşmuş halk müzikleri, sonraki on yıllarda yaşanan yer değiştirmelerle, değişen ekonomik ve siyasi koşullarla kentli yerellerin beklentisi doğrultusunda yepyeni güncel biçimler kazanıyor ve doğal olarak müzik endüstrisi, bu biçimleri olabildiğince hızlı şekilde beklentilere cevap verecek şekilde son ürünlere dönüştürüyor. Bu ürünler, yaşanan iç göçün sonucunda form bulan sosyal doku ve sanayileşme kaynaklı emek alanı oluşumlarının doğurduğu izleyici talebi bağlamında, 50’lerin sonunda Amerika’nın kuzey eyaletlerinde veya Birleşik Krallık’ta vuku bulduğu üzere, o coğrafyada önceden var olmamış, dolayısıyla keşfedilmemiş yeni sonik heyecanların ortaya çıkmasına vesile oluyor. Yaşanan dönüşümün failleri de beklentileri gereğince şekillendiriyor. İkinci sorunun cevabı da bu olsa gerek.
Türkiye’yi ölçek alacak olursak, izleyicinin talebi doğrultusunda tamamen buraya özgü, kendine özgü dinamiklerle şekillenmiş bir seyir söz konusu. 90’lı yıllar, 1980 darbesi sonrasında tutkuyla bağlı olduğu müziği izleyicinin karşısına çıkarmak için fırsat kollayan, farklı kuşaklardan gelen ama bir tür ortak aidiyette birleşen sayısız müzisyene alan açtı ve bu müzisyenler, üç büyükşehirde oluşan canlı müzik sahnesinde blues ve ona komşu müzik tarzlarını eli erdiğince, gönlünce icra etmeye koyuldu. Bunlardan bazıları bildiği yoldan ve biçemlerden hiç şaşmadı ki Ankara ekolü, bu anlamda tutarlılığın sembolü olarak öne çıktı. Fakat blues’u bir basman olarak kullanan bazıları da ilerleyen yıllarda farklı sonik maceralara yöneldi. Ben ikinci kompartımanda yerimi aldım; yukarıda sıraladığımız gruplarla yaşadığım sürecin sonucunda dünyanın farklı coğrafyalarına ait müzikal biçemleri deneyselliğin sınırlarını zorlayan bazı ifade biçimleriyle nasıl bir arada işleyebileceğime yoğunlaştım ki Ankaralı Savaş Çağman Coşkun ile Burkay Dönderici tarafından kurulan Saska’ya bu düsturu takip ederek dâhil oldum:
Ne ki bir yandan dünden bugüne kişisel anlatımın temelini teşkil eden blues’un en geleneksel biçimleriyle bağımı hiç kaybetmedim ki The Old Ramblers’ı bu bağı en saf şekliyle sahaya, sahneye taşıyabildiğim bir “ifade platformu” olarak görüyorum. Grup arkadaşlarıma gelecek olursak, Orhun Keskinbıçak ve Türker Özer, The Old Ramblers’ın hassaten bağlı kalmayı seçtiği müzikal geleneği yaklaşık yirmi yıldır sürdürüyor. Sedat Yalınkılıç ise bir nevi grupta blues temelli tüm tarzları birbirine teğelleyen bağlaç görevini üstleniyor. Müzikolog Devrim Kınlı’nın müsaade istemesini takiben aramıza katılan müzikolog Aykut Çerezcioğlu’nun ise geleneğe bağlı duran icra bağlamında The Old Ramblers’ın taşıyıcı kolonu olduğunu değerlendiriyorum.
Sizi diğer popüler türlere göre az dinlenen bir tür olan blues’a ve onun da görece daha az ilgi gören formu denilebilecek ‘otantik’ blues’a yönelten ne oldu?
Sadece beni değil, tüm grup arkadaşlarımı bu türün hakkıyla icrasına yönelten itkiler aynı olsa gerek: Merak, tutku ve aidiyet. 90’lı yıllardaki aktörler bu aidiyet meselesini dibine kadar deşmeye girişmiş olsa da mevzubahis blues icrası ise şunun altını çizmek lâzım: Biz küresel bir ailenin parçasıyız. Yani ne duruşumuz ne ifade geleneğimiz yerelin konusu. Hiç olmayacak, ayrıca. Çünkü dünyanın farklı noktalarında bu müziğe gönül düşürmüş binlerce kardeşimiz var. Enternasyonalist zaviyeden ifade etmek gerekirse, hepimiz aynı itkilerle yola devam ediyoruz ve edeceğiz.
Albümde davul yok; bunun özel bir sebebi var mı? Samm’s Bistro sahnesinde davul olacak, değil mi?
Albümde davul yok ve bütün vurmalıları ben çalıyorum.
Bu gayet net bir kararın ürünü idi ve davul kullanmayışımız, üç temel sebebe dayanıyordu: Biz adında blues geçen veya yaptığı müziği bu etiketle niteleyen yerli grupların aksine rock ile değil, roll ile meşgulüz. Yani rock geleneğinden gelen, vurmalı icrasını davulcunun ayağına bağlanmış satırla dörtlük dilimlere bölen bir anlayış yerine müziğimizi iç içe geçen yuvarlakların kesişiminde kurmayı seviyoruz. Albümden sonra aramıza katılan Sedat Yalınkılıç, Türkiye sathında bu anlayışı soyuttan somuta taşıyabilen nadir davulculardan biri; o yüzden anca onunla cem tutabiliyoruz. Eh, bu vesileyle buradan “ezgi çalan her çalgı aynı zamanda vurmalıdır” düsturunu koyan Ornette Coleman’a bir selâm çakalım. Zira, Coleman’ın öne sürdüğü “harmolodics” tezi Dixieland icra geleneğinin kolektivizmini hatırlamaya yönelik bir çağırı idi ve Coleman, bu bağlamda hem be bop akımının gittikçe soyutlaşan yapı kurumuna karşıt bir duruş ortaya koymuştu. Ek olarak, hard bop’ın kapitalist müzik endüstrisiyle sevişmeye yanaşık duran söylemine karşı devrimci bir “revival” önermişti. Coleman ve öne sürdüğü tez bir yana; bu coğrafya zaten asırlardır meşk, fasıl, cem geleneklerini barındırıyor. Dolayısıyla rock değil ama roll bağlamında candan sevdiği müziği hakkıyla sahnelemeyi kendine izlek edinmiş, yüz yıllık sığırtmaç şarkılarıyla spiritüelleri yan yana icra eden The Old Ramblers’ı bir rembetiko, fasıl veya fado grubuyla aynı klasmana koymak yerinde bir yaklaşım olur.