Nina Simone: Duygu ve Direnişin Yankısı
Hikayemizin izini sürerek geçmişe, Kuzey Carolina’nın Tryon kasabasına, 21 Şubat 1933’te dünyaya gelen Eunice Kathleen Waymon’ın müzikle tanıştığı yıllara gidiyoruz. Sekiz çocuklu ailesinin en yetenekli müzisyeni olarak henüz küçük yaşlarda fark edilen Eunice, ya da hepimizin onu bildiği ismiyle Nina Simone, sözcüklere gerek kalmadan, adeta içgüdüsel bir çekimle piyano tuşlarına yönelir; ritmin dilini sezgileriyle kavrar. Maddi zorluklarla geçen çocukluğunda, annesinin çalıştığı evin beyaz sahibi, Eunice’in yeteneğini fark eder ve klasik müzik eğitimi almasını sağlayarak yeteneğinin gelişmesine destek olur. Ancak caz tutkunu babasıyla baş başa kaldığı anlarda, annesinin hoşnutsuz bakışlarına rağmen caz müziğin coşkusuna kapılmaktan kendini alamaz. Babasının iki kısa ıslık çağrısıyla annesinin sevdiği ilahilere geçerken, küçük Eunice müziğin hem özgürlüğünü hem de disiplinini içselleştirir; hayatı boyunca peşini bırakmayacak bu ikiliği ruhunda taşır.
Eunice, klasik müzik eğitiminde hızla ilerlerken, Tryon kasabası desteğini göstermek adına bir konser düzenler. Ailesi ön sırada yerini alır; ancak gösteri sorumlusu, onları siyahilere ayrılan arka sıralara geçmeye zorlar. Eunice bu haksızlığa sessiz bir direnişle karşılık verir ve sahneye çıkmak için ailesinin ön sıraya alınmasını bekler. Sabırla geçen dakikaların ardından piyanosunun başına geçip tüm salonu büyülediğinde, vakur duruşuyla hayat boyu herkesi etkisi altına alacak karakterinin ilk güçlü yansımalarını ortaya koyar. Lise eğitimi sonrası prestijli Curtis Institute of Music’e kabul edilmeyi hayal eder, fakat kökenleri nedeniyle reddedildiğinde müziğe ara verir. Bir süre stüdyoda çalışsa da içindeki tutku dinmez ve nihayet New Jersey’de eski bir barda piyanist olarak sahneye çıkar. Müziğe olan aşkı, Bach’ın notalarında şekillenir; Bach, onun tüm eserlerinin temelinden ses veren, müziğinin özüne işlenmiş bir ruh olarak hep oradadır. İlk performansında Bach çalarak dinleyicileri etkiler; ancak bar sahibi ona yalnızca çalmasının yetmeyeceğini, şarkı da söylemesi gerektiğini söylediğinde, artık sadece piyano icrasıyla değil, sesiyle de kendini ifade edeceği bir yolculuğa adım atar.
Folk, pop, soul, caz ve gospel gibi türler arasında özgürce dolaşarak kendi ruhunu ve benzersiz sesini yeniden keşfeden Simone’un 1958 tarihli ilk albümü Little Girl Blue ve albümde yer alan I Loves You, Porgy geniş bir dinleyici kitlesinin kalbini kazandı. Simone’un kariyerinde onu özgün bir müzikal yörüngeye taşıyan sayısız performans vardı; ancak 1960 tarihli Newport Caz Festivali’ndeki ilk konseri, eleştirmenlerin dikkatini çekerek onun sıra dışı tarzını tanımlayan bir dönüm noktası oldu. Festivalin direktörü, Simone’un sahnedeki varlığını şöyle anlatır: “Etkilenmiştim; Nina folk müziğini cazla harmanlıyordu. Sesi diğerlerinden tamamen farklıydı – bir kadının sesi olmasına rağmen bariton derinliğinde bir tınıya sahipti. O karanlık tını, Nina’nın ruhunun içsel yolculuğunu yansıtıyordu.”
Aynı dönemde Coldpix plak şirketiyle anlaşan Simone, Nina Simone at Newport albümüyle blues ve folk ezgilerini sahneye taşıdı. 1960’ların başında art arda yayımladığı stüdyo ve canlı performans albümleriyle geniş bir hayran kitlesine ulaşarak müziğinde cesur adımlar attı. Nina Simone at Town Hall albümü ise klasik piyano tekniğini, folk tınılarını, medeni haklar mücadelesine dair protest sözleri ve cazı iç içe geçirerek Simone’a özgü bir alan yaratıyordu. Black is the Color of My True Love’s Hair, The Other Woman ve Wild Is the Wind gibi eserlerde ise Simone, duygusal yoğunluk ve sanatsal zarafetle müziğin sınırlarını yeniden tanımlayan bir anlatı sunuyordu.
“Jazz, siyahları tanımlamak için beyazların bulduğu bir terimdir. Benim müziğim, siyah klasik müziktir.”
1920’lerde kadın blues şarkıcıları büyük başarılara imza atsa dahi genellikle popüler eğlence dünyasının bir parçası olarak görülüyor, teknik becerilerinden ziyade, cinsellik ve kentli alt sınıf yaşamının bir yansıması olarak anılıyorlardı. Aradan yıllar geçse bile, beyazların hâkimiyetindeki müzik dünyası Afro-Amerikalı müzisyenleri birer deha olarak tanıdığında, bu yetenek çoğunlukla doğal bir içgüdünün ürünü olarak değerlendiriliyordu. Bilhassa Charlie Parker ya da Billie Holiday gibi sanatçılar söz konusu olduğunda, bu deha disiplinsiz bir içsel güç olarak görülüyordu. Simone’un hikayesi ise Afro-Amerikan müziğini ve kadın sanatçılara dair önyargıları yıkan güçlü bir anlatıydı, dönemin toplumsal ve kültürel kodlarını altüst eden, zamana meydan okuyan bir direnişin ifadesiydi. Martin Luther King’in ölümünün ardından bestelediği Why? (The King of Love is Dead) ve siyahi kadınların acılarını dile getiren Four Woman direnişini yansıttığı parçalar olarak öne çıktı. 1969 tarihli Young, Gifted and Black ise yalnızca bir marş değil, bir neslin kimliğine ve insan hakları arayışına damgasını vuran bir eser niteliğindedir.
Geniş repertuvarı, farklı kültürlerden dinleyicileri kendine çekerek onları ortak bir deneyimde buluşturdu. Repertuvarında Beatles’ın şarkılarından siyah çocukların ayrımcılıktan nasıl etkilendiğine, suikastlere ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğine kadar birçok konuyu yoğun bir duyarlılıkla işledi. Simone’un şarkıları, yalnızca müzikal çeşitliliği temsil etmekle kalmıyor, aynı zamanda birer tarih dersi vazifesi de görüyordu. Onur ve kimlik arayışının yankılandığı bu şarkılar, Simone’u çağının adalet ve özgürlük arayışının ruhu olarak da öne çıkarıyordu.
Caz dünyasında tanınmaya başladığı dönemde, müzik dünyası büyük bir dönüşümün içerisindeydi. Cazın politik bir ifade olarak konumu, sektördeki ayrımcılık, cazın yüksek kültür olan bağının yanında kitle kültürüne açılması gibi konular sanatçılar, yapımcılar, eleştirmenler ve dinleyiciler arasında hararetli tartışmalar yaratıyordu. Caz, bir yanda siyahi topluluklardan doğmuş otantik bir sanat olarak kabul edilirken diğer yanda popüler eğlence kültürü ve elit estetiğin bir yansıması olarak farklı kimlikler arasında gidip geliyordu. Simone, hayatı boyunca caz şarkıcısı olarak adlandırılmasından rahatsızlık duydu. Bu etiketin, çok katmanlı ve sınır tanımayan müzikal kimliğini bir kalıba sığdırmaya zorladığını düşünüyordu.
Simone, sahnede yalnızca bir müzikal deha değil, dinleyicilerinin ruhuna işleyen bir hikâye anlatıcısıydı; her performansı, izleyenleri zamanın ruhuyla bütünleştiren bir deneyimle buluşturuyordu. Ancak müziğinde benimsediği çok katmanlı tarz, kariyerinde bazı eleştirmenler tarafından hafife alınmasına yol açan bir engel olarak görüldü. 1960’ların ortalarına gelindiğinde, cazdan Broadway’e, gospel’den pop ve folk’a kadar her türde rahatça var olabildiğini kanıtladı. Aynı dönemde, Simone artık siyasi direnişin sembollerinden biri olarak da sahnede parlıyordu. 1963’te Medgar Evers’ın bir ırkçı saldırıya kurban gitmesi ve Birmingham’da bir kiliseye düzenlenen bombalı saldırıda dört çocuğun hayatını kaybetmesi üzerine yazdığı Mississippi Goddam, Afro-Amerikan sivil haklar mücadelesinin bir manifestosuna dönüştü. Zira bu şarkı, ırkçı şiddete, ayrımcılığa ve ekonomik baskıya karşı keskin bir başkaldırıdır; toplumun yaralarını açığa çıkaran güçlü bir itirazdır.
Simone, caz dünyasında yalnızca büyüleyici sesiyle değil, piyanodaki özgün yorumu ve siyasi aktivizmiyle de kendine eşsiz bir yer kazandırmıştı. Onu gerçek anlamda ikonik kılan ise müziğini toplumsal mücadeleyle kusursuz bir uyum içinde yoğurmasıydı. Tüm kategorileri reddeden Simone’un sanatı, siyahların eşitlik arayışına duyduğu bağlılık, tavizsiz eylemleri ve adalet tutkusuyla şekilleniyordu. Simone’un sözleri, duruşunu en berrak haliyle ortaya koyuyor:
“Müziğimde içinde yaşadığım dönemi yansıtmayı seçtim. Bu, benim görevimdir – her gün bir hayatta kalma mücadelesiyken. Sanatçı olup da zamanın ruhunu yansıtamamam mümkün değil; öfkeyi ve hiddeti kelimelere dökerek, insanları öyle derinden sarsmak istiyorum ki, performansımdan ayrıldıklarında paramparça olsunlar.”
Simone, doğanın dilinde konuşan bir güçtü adeta. Şarkıları, kayıtları ve belgeselleri, yaşamın kendisini aşan bir kadının destanını fısıldıyordu bizlere. Klasik müziğin disipliniyle yoğrulmuş ustalığı, doğaçlamadaki özgürlüğü, çektiği acıların izleri ve dünyaya dair berrak bakışıyla hem kırılgan hem de güçlü bir diskografi inşa ediyordu.
Simone’un büyüleyici başarısı yüzeyde parıldarken, derinlerde hayatının çetin gerçeklerini saklıyordu. Hayali, klasik bir piyanist olmaktı; fakat bu rüya ona çok görüldü. Eşi ve menajeri Andrew Stroud’un baskısı altında, zorlu bir hayat sürmeye mahkûm kaldı; fiziksel ve duygusal şiddetle sarsıldı. 2015 tarihli belgeselde, çocukluğunda müziğe adanmışlığının getirdiği yalnızlığı anlatıyor; beyaz topluluğun içinde kendine yer bulamazken, kendi siyah topluluğunda bile dışlanmış hissettiğinden bahsediyordu. Zamanla zihinsel sağlığı yaralar aldı, mali sıkıntılar ve yaratıcılığında yaşadığı duraklamalarla mücadele etmek zorunda kaldı.
Tüm zorluklara rağmen, Amerika’da ırk ayrımcılığına karşı verdiği mücadeleye kattığı anlam ve eşsiz müziği, onu dünya sahnesinde unutulmaz bir ikon haline getirdi. Simone eserleriyle yalnızca dinleyicilerin ruhuna değil, dönemin toplumsal vicdanına da temas eden güçlü bir etki yarattı. Toplumun yaralarını ve adalet özlemini, hayal kırıklıklarından doğan bir umudu zamansız bir çığlığa dönüştürdü. Onun müziği, dinleyiciyi harekete geçiren bir çağrıydı; özgürlük, eşitlik ve direniş için yükselen bir sesti.
Nina Simone daima Afro-Amerikan topluluğunun mücadelesine dair dürüst, etkileyici ve zamansız bir anlatıcı olarak yaşayacak; müziği, hakikat ve eşitlik arayışının yankılanan sesi olarak her zaman bizimle kalacak.
■ Gökçen Sena Kumcu’nun Dark Blue Notes’daki diğer yazıları
■ Dark Blue Notes’da Portreler
■ Spotify’da Nina Simone