Akbank Caz Festivali

Şehirler, Yağmur ve Taksiler II: Singin’ In The Rain

Singin’ in the Rain: Yağmurda Şarkı Söylemek

İstanbul Saat 21:12

Yağmurlu bir akşamda İstanbul’un kalabalığının içinde annemle bir taksi çevirdik. Takside Tom Waits’in Night on Earth albümü çalıyordu. Taksiciyle yağmurlu havada, şehir kalabalığının içine Tom Waits’in puslu sesinin ne kadar yakıştığını konuştuk. Hedefimize vardığımızda şoföre teşekkür edip hızla taksiden indik. Hafifçe çiseleyen yağmur damlalarının arasından yolu açıp başlamak üzere olan filmimize koştuk. Yerlerimizi aldık. Kafamı sakince ıslatan yağmurun altında izleyecek daha iyi bir film olamazdı. Singin’ in the Rain işte böyle başladı.

*

7 Ağustos’ta güzel bir güne uyandım. Annemin doğum günü. Yıllar önce bana izlettiği müzikallerden birini büyük ekranda, açık havada izleyebileceğim aklıma gelmezdi. Singin’ in the Rain’i izlemesem bugün dans eder miydim bilmiyorum. Havanın kararmasını bekleyip evdeki televizyonda filmleri açmaya, dans sahnelerinde kendimi hayal etmeye devam ederdim. Singin’ in the Rain’i izlediğimde dans etmeyi öğrenmemiştim henüz; ayaklarımla çıkardığım seslerin müziğe dönüşebileceğini, hareketlerimin yağmurun ritmine eşlik edebileceğini bilmiyordum. Yine de ne zaman şehirde geceleri yağmur yağsa gülmeye başlarım. Hayali versiyonum Gene Kelly gibi kanalizasyon kapaklarının üzerindeki su birikintilerinin üzerinde tepinir. Bir yere bir kaldırıma basarım, sokak lambalarına tutunur boşluğa doğru yağmurda şarkı söylediğimi haykırırım.

7 Ağustos’ta hava kapalıydı. Hava kararmaya başladıkça gri bulutlar kararan gökyüzünün rengine eşlik etti.

Yağmur yağınca şehrin insanları sağdan sola koşuşturur. Herkes çevirecek bir taksi arar. Hikâyeler kesişir, etkileşimler artar. Biz 7 Ağustos’ta bu hikâyelerden yalnızca biriydik. Yağmurda müzikal peşinde koşanlar.

*

Çocuk hâlim de yağmurda bu filmin peşinden koşardı, yaşlı hâlim de koşacak, tabii ne kadar koşabilirse. Koşamazsa dans eder beyaz perdeye doğru. Yerimize oturduğumuzda geçmiş ve gelecekteki hâllerim bize eşlik ediyordu. Ön sıramda on yaşlarında bir kız filmi ilk kez izliyordu. Solunda annesi, sağında babası oturuyordu. Film başladığı, ekranda Singin’ in the Rain yazısı belirdiğinde kız heyecanlandı. Jenerikler filmin başında olunca çok hoşuna gidiyordu. Ekranda ellerinde şemsiyelerle Donald O’Connor, Debbie Reynolds ve Gene Kelly belirdi. Şakır şakır yağmur yağıyor, şiddeti arttıkça iyice gülerek şarkı söylüyorlardı. Önümdeki kız kıkırdamaya başladı. Jenerik aktı, yönetmen Gene Kelly ve Stanley Donen’ın isimleriyle sona erdi. Küçük kızın mutlulukla sallanan omuzları film boyunca yerinde durmadı.

*

O anki hâlim büyük ekranda; tanıdığımız ve tanımadığımız, sevdiğimiz, birkaç saatliğine denk geldiğimiz insanlarla film izlemenin ne kadar güzel olduğunu düşünüyordu. Filmin ilk sahnesinde arabadan inen ünlü sessiz film oyuncuları Don ve Lina’yı karşılayan kalabalık gibi olduğumuzu düşündüm, onların sessiz versiyonlarıydık.

Sevdiğimiz film ve kişiler için bir araya geliyor, yan yana duruyoruz. Sonra yollarımız ayrılıyor, çok farklı zamanlarda tekrar sevdiklerimiz sayesinde karşılaşmak üzere kendi yollarımıza devam ediyoruz. Ama yollarımız ayrılana kadar gideceğimiz, üzerinde Oz Büyücüsü’ndeki Dorothy ve arkadaşları gibi sekeceğimiz parlak ve müzikli bir yol var. Yol minik yağmur damlalarının verdiği ışıltıyla aydınlanıyor. Gene Kelly’nin karakteri Dom, dansçı Kathy’e aşık olduktan sonra bardaktan boşanırcasına yağan yağmurda zıplamaya başlıyor. Singin’ in the Rain melodisi başladığı anda gözlerimde beliren yaşlar düştükçe altımızdaki çimler ıslanıyor, yeşeriyor. Bir daha burada, annemle, bu anı paylaştığım insanlarla 7 Ağustos’ta bu filmi tekrar izlemeyeceğim. Yağmurda şarkı söylemek, dans etmek, dans eden Gene Kelly’i izlemek o kadar güzel ki…

*

Yaşlı hâlimse arkamızda oturuyor. 50’lerden kalma gri kabarık elbisesini giymiş, beline de parlak kemerini takmış. Sessiz filmlerden sesli filmlere geçiliyor. Yaşlı hâlim hâlâ sinemayla ilgileniyor mu? İlgileniyor olmalı. Filmi izlediğinde Hollywood ve tiyatro oyunculuğu kıyaslaması üzerine diyalogları düşünüyor, Make Em’ Laugh şarkısını dinlerken neden iyi hissettiren filmler izlemeyi sevdiğinin cevabını buluyor ve sessiz filmlerden sesli filmlere, müzikal modasının başladığı yıllara geçildiğinde sinemanın bizi çok güzel şekillerde kandırabildiğini düşünüp gülümsüyor. Filmin içinde gösterilen dublajın da dublaj olmasından pastanın içinden çıkan Debbie Reynolds’a ve duvara gerçekten tırmanıp takla atan Donald O’Connor’a kadar gerçek olması gereken sahnelerin bizi kandırdığı, gerçek olamayacak kadar komik olanların gerçek olduğu müzikal karmaşanın içinde kayboluyoruz. Aynı dans etmek gibi, diye düşünüyor yaşlı hâlim. Çünkü o mutlu melodiyi duyduğunda sokakta dans edip başka hiçbir şeyi düşünmeyesi geliyor. Broadway melodisi onu ele geçiriyor. Herkes dans etmeli!

*

7 Ağustos’ta güzel bir güne uyandım. Singin’ in the Rain’i izlediğim ilk günden beri sıkılmadan her sabah Good Morning şarkısı ile uyanıyorum. Alarmımın çalma saati geldiğinde önce Gene Kelly, Debbie Reynolds ve Donald O’Connor sessiz film The Duelling Cavalier’ı The Dancing Cavalier müzikaline dönüştürmekten bahsediyor; gecenin bir buçuğu olduğuna göre yeni bir sabahın başladığını düşünerek gülüyorlar. Kahkahalarının arasından o tanıdığım melodi beliriyor. Hepsi bana “Günaydın!” diyor, onlar gecenin bir buçuğunda bu şarkıyı söylüyorlar ama olsun. Ben güzel bir güne uyanabilirim.

*

Charade’i açık havada arkadaşlarımla seyrettiğim o yaz gününden beri her yaz Henry Mancini’nin müzikleri eşliğinde Paris sokaklarında Cary Grant’in peşinden koşan Audrey Hepburn’ü izlerim. Jenerikte yine yönetmen olarak Stanley Donen’ın adı yazar. Aklıma ailemin eski Yeşilçam filmlerini izlerken hatırladıkları Ajda Pekkan şarkı sözleri boşuna gelmez. Bir gün İzmir’de halamın bindiğimiz takside çalan melodiye Ajda Pekkan’ın Saklambaç şarkısının sözleriyle eşlik ettiğini duyduğumda Charade’in Türkçe bir aranjmanı olduğunu anlamıştım. Yağmurlu bir yaz günüydü. O yazdan beri yazları yağmur yağınca İzmir’deki bahçemizde saklambaç oynarız, Audrey Hepburn olduğumu hayal ederim. Bunu hayal etmek için aradığım bahaneler çoktur.

*

7 Ağustos’ta sokakta taksi bekleyen onlarca insanı sobeleyerek annemle boş taksiyi kapmıştık. Taksinin ön camına vuran damlalar o kadar çok ses çıkarıyordu ki, şimdi düşünüyorum da radyoda çalan parçayı doğru mu hatırlıyorum? Tom Waits mi çalıyordu yoksa halamın sesinden Saklambaç mı? Yoksa kafamın içinde yağmur yağdığı andan itibaren dönen Singin’ in the Rain mi? Taksi şoförüyle yağmur üzerine sohbet ettik. Yağmur yağdığında her şey bulanıklaşırken yerde parlak kalan beyaz şeritler gibi hayatlarının yolcularıyla kesiştiğini ve çizgilerin nerede biteceğini bilmeden devamlı ilerlediğini söyledi. Benim şeritlerim aklımdaki müzik gibi dalgalı olurdu, diye düşündüm içimden. Kapıyı kapatırken bize selam verdi, annemin doğum gününü kutladı. İnmeden önce telsizinden gelen çağrıyı duydum. Uzaklara, yeni bir şehre, yeni yolculara doğru yol alacaktı…

Duru Aygüven

Galatasaray Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı öğrencisi. Lindy hop ve solo caz eğitmeni. Noir Fanzin'de yönetici, yazar, editör. Yabancı dillerle ilgileniyor, çeviri yapıyor. Günlerinden caz, dans ve sinema eksik olmuyor.

Duru Aygüven 'in 19 yazısı var ve artmaya devam ediyor.. Duru Aygüven ait tüm yazıları gör

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir