Görüntü Çağı Türkiye’sinde İki Kader Arkadaşı: Müzik ve Gastronomi
Aslında her şey, Cem Yılmaz’ın ifadesiyle söyleyecek olursak, yaka mikrofonuyla köy köy dolaşarak milletin rızkını yiyen tiplerin sundukları, daha doğrusu türlü saçmalıklarla sulandırıp sunamadıkları şu yerel televizyonlardaki programlarla başladı. Sömürülmedik köşesi kalmayan Anadolu’nun, sözde ne kadar zengin bir mutfağının olduğunu tanıtmak amacıyla yapılan şarkılı türkülü programlar, kaliteyi haram, derinliği düşman bellemiş bir kesim tarafından yoğun ilgi gördü. Michelin yıldızlı şeflerde dahi göremeyeceğimiz bir özgüvenle, en az beş farklı yörede daha yapılan bir yemeği dünyanın sekizinci harikasıymış gibi anlatan yerel konukların şahsiyet duygusunun köpürtüldüğü bu programlar, tam da izleyici kitlesinin damak tadına uygun olarak mikro milliyetçilikle çeşnilenip servis edildi. Beğenen afiyetle yedi, beğenmeyense rast geldiği yerde sinirden kendi kendini yedi.
Bir sonraki evre, katılımcıların eften püften sebeplerle birbirleriyle dalaşıp jüri üyelerinden fırça yedikleri ve yüksek gerilim hattını andıran bir stüdyoda yemek yaptıkları (!) programlardı. Reyting kazanmak dışında kime, neye hizmet ettiği belli olmayan, kıymeti kendinden menkul bu programlar bir kesimin ilgisini çekerken bir başka kesimi topyekûn mutfaktan ve yemekten soğuttu. Eskisi kadar revaçta olmamakla birlikte kıyıda köşede kalmış örnekleri hâlen mevcut.
Yukarıdaki evreleri başlangıç ve gelişme olarak düşündüğümüzde; Instagram’ın başı çektiği sosyal paylaşım sitelerinde üzerimize boca edilen, yeme içme adabının katıksız bir kepazeliğe dönüştüğü videoları pekâlâ katastrofik bir final olarak tanımlayabiliriz. Sırf dikkat çekmek için tuhaf hareketler yaparak yemeğe tuz, ete şaplak atanından, bir yandan bıyık burup diğer yandan açık büfedeki aç gözlü tatilci misali yemekleri birbirine katıp bulamaç haline getirenine kadar; adeta her biri karikatürden fırlamış onlarca tip türedi, her geçen gün türemeye de devam ediyor.
Ve nihayet ortalığı, cep telefonuyla kendini dışarı atıp büyük bir keşfe imza atıyormuşçasına mağrur bir edayla çekim yapan, oysa hayatında sayfasına takipçi toplamak dışında hiçbir amacı olmayan influencer’lar sardı. Soğan kesip üstüne domates doğrayabilenin eşsiz bir menemenci; bin yıllık lezzetin içerisine bir sabah uyanıp filanca baharatı koymaya karar verenin çok yaratıcı bir gurme; hijyenin hiç uğramadığı tezgâhında eti murdar edip bir de üstüne bu iş böyle yapılır havalarında egosunu tatmin eden meymenetsiz seyyar satıcının usta kebapçı ilân edildiği absürt bir çağı yaşıyoruz.
Başlıkta geçen gastronomi sözcüğü sizi yanıltmasın; yukarıda özetlemeye çalışılan evrelerin hiçbirinde bu sözcüğün baş harfine dahi rastlanmaz. Zira her ne kadar gastronomi, bir yemeğin hazırlık ve sunum aşamalarından ibaretmiş gibi algılansa da bunlardan çok daha fazlasını ifade eder. Kullanılan malzemeden onu etkileyen iklim koşullarına, sofra adabından tarihsel süreçte beslenme alışkanlıklarının ne yönde değiştiğine varıncaya dek, kültüre içkin olan birçok unsuru kapsayan gastronomi disiplinlerarası bir alandır. Türkiye köklü ve zengin bir mutfak geleneğine sahip olmakla birlikte maalesef bunu gastronomiye tahvil edememiş, diğer tüm kültür ürünleri gibi onu da üretimsizliğin ve tembelliğin pespayeliğine kurban etmiştir.
Deneyimli okurların içi rahatsa da ilk defa bir yazımı okuyan ve haklı olarak müzikle alâkalı bir metin bekleyenlerin buraya kadarki kısmı hayal kırıklığı duyarak okuduklarına eminim. (Uğur Küçükkaplan’ın geçmiş yazı arşivine BURADAN ulaşabilirsiniz.) Ne var ki müzik, sadece dinlerken “salt müzik” olarak belirir karşımızda; onu yazmaya, anlatmaya kalktığımız anda, gömülü olduğu kültürün diğer unsurlarıyla kurduğu bağlar göz ardı edilemez biçimde yüzeye çıkar. Bunları irdelemek hem okura yeni kapılar açıp farklı bakış açıları sunar, hem de başka bir popüler alandan yola çıkarak anlatılmak istenenlerin daha rahat kavranmasını sağlar. Özetle müzik, aynı zamanda onu anlamak da isteyenler için yalnızca müzik değildir.
Yukarıda anlatılanları bir denklem olarak aldığımızda yapacağımız tek şey, yemek sözcüğü yerine müzik kelimesini koymaktır. Nitekim bahsedilen üç aşama, çok benzer biçimde müzikte de görülmüş, bilhassa finalde tam bir kader arkadaşlığı olmuştur. Bürokrasinin şemsiyesi altına alınıp homojen bir görünüm verilen geleneksel müzikler, yıllarca kültürel bağlamlarının dışına çıkarılarak kullanılmış; resmî ideolojinin daralttığı hareket alanı içinde doğup gelişen, sonradan özgün bir kimlik ortaya koyan popüler müzik ise 2000’lerde yapılan bazı müzik yarışmalarıyla, niteliğini yitirip nostaljinin etki alanına giren popüler kültürün “fetiş nesnesi” hâline gelmiştir.
Geldiğimiz noktada, yemeği yapanla yiyenin, müziği üretenle dinleyenin iyice muğlaklaştığı bir tabloyla karşı karşıyayız. Bu durum basit bir tanımlamayla rollerin karışması şeklinde ifade edilemez. Dahası, aşçı ya da şef olmayan birinin yemek, profesyonel müzisyen olmayan birinin müzik yapma hakkının olup olmadığı şeklinde fuzuli bir tartışmaya girişmemiz de gerekmiyor. Burada yapılması gereken, pragmatik açıdan meşru olan bir durumun algımızı nasıl ve ne yönde etkilediği üzerinden ahlâki bir sorgulamaya girerek, şu ana kadarki sürecin olabildiğince nesnel bir değerlendirmesini yapmak olmalı.
Çağın değişen şartları, teknolojinin hızla gelişmesi elbette beslenme ve müzik pratiklerimize birtakım yenilikler getirdi, bundan sonra da getirmeye devam edecektir; bu, hızını veya içeriğini doğrudan bizim belirleyebileceğimiz bir olgu değil. Fakat sınırlarını, ne kadarını hayatlarımıza dahil edeceğimizi, dünya görüşümüz ve ahlâki değerlerimizle bunları nasıl harmanlayacağımızı belirleme hakkı hâlen bizim elimizde. Bir örnek üzerinden durumu somutlaştıralım.
Metropollerde yaşayan modern insanın gündelik yaşamının ayrılmaz parçası olan teknolojik gereçler, hem zamandan tasarruf sağlayacak hem de estetik açıdan göze hitap edecek şekillerde tasarlanır. Mutfakta işleri hayli kolaylaştıran aletler de bunların başında geliyor. 1990’lı yıllarda müzik teknolojilerinin ivme kazanması, 2000’lerde müzikle amatör olarak ilgilenenleri oldukça mutlu etmiş, görece uygun maliyetlere evde müzik yapabilecekleri home studio’larını kurma şansı vermiştir. Böylece paketlenmiş hazır gıdalar ve son model aletlerle mutfakta az zamanda çok işler başaran modern birey, kalan zamanı home studio’sundaki cicileriyle oynayıp sampler vb. hazır kalıplarla kendi müziğini yapmanın keyfini çıkartarak geçirmiştir.
Buraya kadar her şey çağına uygun ve makuldür. Bütün mesele maddi imkânlara bağlı olarak elde edilen bu keyifli ayrıcalığın, bakış açısını hangi yönde, ne ölçüde etkilediğidir. İşten dönüp yarım saat içinde mutfakta kendince bir şeyler hazırlayıp karnını doyuran beyaz yakalının, hafta sonu gezmesinde akşam yemeği için tercih ettiği restorandaki yemeği ve onu yapan şefi; yahut home studio’sunda birtakım hazır kalıplarla kulağına hoş gelen parçalar kaydedip iki gün sonra gittiği konserde müzisyenleri ve yapılan müziği değerlendirirken nasıl bir yaklaşım sergilediği, imkânları ölçüsünde ulaştığı deneyimle dünya görüşü ve değer yargıları arasında nasıl bir denge kurduğuna göre değişir.
Sosyal paylaşım sitelerindeki yemek ya da müzik videolarının altında karşısındakine parmak sallayıp “böyle mi yapılır o yemek/böyle mi çalınır o parça” diyerek iş öğreten; ancak videodaki kişiyi diri diri gömdükten sonra rahatlayabilen insan tipinin toplumun çoğunluğunu oluşturması sadece müziği ve gastronomiyi değil, içinde emeğin ve yaratıcılığın olduğu bütün alanları tehdit eden ahlâki bir çöküşe işaret ediyor. Ömründe iki yumurta kırmamış birinin senelerini mutfakta geçirmiş bir aşçıyı; hayatında banyo dışında bir yerde şarkı söylememiş kişinin, çocukluğunu, gençliğini müziğe adamış profesyonel bir müzisyeni saldırganca bir üslûpla taciz etmesi, ancak kendini var edemeyişinden duyduğu öfke ve onun yol açtığı ahlâki yozlaşmayla açıklanabilir.
Kadim ve çok zengin bir kültürden beslenen müzik ve gastronominin bu topraklardaki kader arkadaşlığı, toplumda her ikisine de niteliğe dayalı gerçek bir talebin olmayışıyla başlar. Ancak kısıtlı bir çevrede kültürel arka planıyla birlikte değer gören bu alanlar; üretimin dışında kalmış, çoğunluğu birey olamamış kişilerden oluşan toplumun büyük bölümü için eksiklerini, tuhaf ve marazlı yanlarını perdelemek için kullanılan bir temsil alanıdır. Ahlâki yozlaşmanın artmasıyla tahrip olan bu alanı tadil etmek, elbette ki müzikle, sanatla ilgilenen insanlardan önce siyasilere düşüyor. Şu saatten sonra çok zor olsa da bir an için bunun yapılabildiğini varsayalım; yine de niteliği baz alan gerçek bir talep oluşmadığı müddetçe, bu ülkede müzik ve gastronominin hak ettiği değeri hiçbir zaman göremeyeceğini üzülerek kabul etmemiz gerekiyor.
Müziğe, sanata gerçekten değer veren bireylerin payına düşen, önce sahip oldukları dar alanı korumak. Gerektiğinde vitrinin dışında kalmak pahasına maddi ve manevi çıkarlarından feragat ederek düzenin parçası olmayı reddeden; işine duyduğu saygıyı öncelikle kendi hayat duruşuyla ortaya koyabilen ve elinde tuttuğu ışığı başkalarına da ulaştırabilen insanlara her zamankinden çok daha fazla ihtiyaç var. Türkiye’de sadece müziğin ve sanatın değil, insanca yaşayabilmenin geleceği de bu tavrı gösterebilecek insanlara bağlı.
Uğur Küçükkaplan’ın yayımlanmış kitaplarını BURADAN satın alabilirsiniz.