Akbank Caz Festivali

Best of 2023: Türkçe Rock/Indie/Pop


Bade Nosa – Zemheri Bitti (Mudita Records)

Dört yıldır şarkılarını bizlerle paylaşan, ama müzikal geçmişi İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’na ve Boğaziçi Üniversitesi’ndeki müzik kulübüne kadar uzanan Bade Nosa’nın ilk albümünün müjdesini aldık bu sene. Eşi ve müzik partneri olan Emre Can Sarısayın ile yaşadıkları Bodrum’un hem yaz kıpırtılarını hem de kış sakinliğini yansıtan bir albüm Zemheri Bitti. Sadece bir yıl içindeki mevsimleri değil, hayatın mevsimlerini anlatan bir proje.

“İkinci Perde”de Nosa, orta yaşa girip çocukluk acılarını geçmişte bırakırken içindeki çoçuğa sarılmayı nasıl öğrendiğini anlatıyor. Şarkıdaki “Yaşım otuz beş / Tam otuz beş” sözlerini yüreğini kabartarak söyleyebilen Nosa’nın şarkılarında, ölümlülük kavramına korkulacak bir şey olarak değil de hayatı anlamlı kılan şey olarak yaklaşılıyor. Şarkılarındaki karakterler yaş aldıkça adeta şarap gibi yıllanıyor.

Dinleyici “Kalite Bi’ Karanlık”ta hayatlarının ikinci baharında birbirine düşen iki aşıkla tanışırken, “Zemheri Bitti”de orta yaşın bahar mevsimine benzetildiğini görüyor. Zira hayatımızı soğutan ve zehirleyen şeyleri arkada bırakmayı öğrendiğimiz bir evre bu. Albümün sözleri Bade Nosa’ya ait olmayan tek şarkısı, Mabel Matiz cover’ı “Yaşım Çocuk” da bu temaya cuk oturuyor.

Albümün sound’una gelince, Emre Malikler’in prodüksiyon, mix ve mastering’i üstlendiği bu çalışmanın şiarı doğallık ve yalınlık. “Kalite Bi’ Karanlık”ta Nosa, simli bir kâinat ve parlayan planktonlardan bahsederken Malikler’in elektrik gitarı sanki siyah bir gökyüzünde yıldız gibi süzülüyor. Bu güçlü açılış şarkısında Mazzy Star grubunu andıran bir 90’lar alternatif rock havası var.

“Kefaret”te ve albüm boyunca duyduğumuz yaylılar (keman, viyola ve çello) Nosa’nın bestelerine yeni bir derinlik kazandırıyor. “İkinci Perde”deki Portishead’vari trip hop ritmi albümün temposunu yükseltirken, “Zemheri Bitti”de Sarısayın’ın akustik gitarının tonu Fikret Kızılok şarkılarında insanın içini ısıtan havayı çağrıştırıyor. Sanki eski bir plak veya ev kasetinden ulaşıyor bize o ses.

Ancak albümün zirvesini, ortasındaki iki şarkıda görüyoruz bence. “Sahibinden Satılık Tır” albümün en oynak parçası. Ağır yük araçları ile bize ağır gelen duygular arasında zekice bir metafor kuran şarkıda hem Anadolu sörf rock esintili elektro gitar riff’leri duyuyoruz, hem de uzun hava yapan bir keman. Post-Yeni Türkü Akdenizliliği olarak tarif edebileceğimiz ve Selin Sümbültepe’nin de dahil olduğu bu şarkının nakaratında yaza ve uzun yollara selam çakıyoruz: “İnanır mısın / Paltom bile / Bana artık ağır geliyor.”

Bundan farklı olarak, akustik ve elektronik tonları birleştiren “Yangın Yeri” yeni nesil bir protesto şarkısı. Nosa “Her karış toprağa yayılmış / Adaletsizler”den bahseden bu şarkıya Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesinin ardından başlamış, ama 6 Şubat depremi sonrası şarkının sözlerini bu toplumsal felakete de bağlamış. Sosyal medyada şarkısını şu sözlerle anlatmış hatta: “Sesi kısılan, evi yıkılan, canı yakılan, adaletsizliklerle ömrünün bereketi çalınan kadınlar, lubunyalar, çocuklar, hayvanlar başta olmak üzere kendi evinde kökü kurutulmak istenen herkesin hakkı için bu şarkı.” Albümdeki en eski bestesi olan “Satürn Döndü” ve düzenlemeleri daha sakin olan son iki parça ile birlikte albümün tempsosu düşüyor diyebiliriz. Böylece bir anlamda hayatın ve mevsimlerin döngüsüyle başladığımız yere, yani kışa ve karanlığa geri dönüyoruz. SPOTIFY.


Birsen Tezer – Kağıttan Kaptanlar (Sony Music Turkey)

Yılbaşına iyice yaklaştığımız için mi bilmiyorum ama Birsen Tezer’in Kağıttan Kaptanlar albümünü bu yazı için tekrar dinlerken, klasik romantik komedi Noel filmi Love Actually’den bir sahne aklıma geldi nedense. Alan Rickman’ın oynadığı Harry karakteri, Emma Thompson’ın canlandırdığı eşi Karen’a odasında müzik dinlerken rastlıyor. “Hala Joni Mitchell dinlediğine inanamıyorum!” diyor Alan. Karşılığında “Onu seviyorum ve gerçek sevgi bir ömür boyu sürüyor. Joni Mitchell soğuk İngiliz karını hissetmeyi öğreten kadın” diye beklenmedik bir cevap alıyor.

Sadece Türkiye’de değil, tüm ataerkil toplumlarda orta yaşlı ve orta yaşın üstündeki kadınların tecrübelerinin hiçe sayıldığını görüyoruz. Tutkularına veya derin duygulara dalıp kendilerini keşfetmeye devam etmek yerine, oturup torun bakmaları bekleniyor bu kadınlardan. Kağıttan Kaptanlar’da ise uslanmayı, kalbinin soğumasını reddeden bilge bir kadın figürü görüyoruz.

Gizemli bir atmosfer yaratan klavye, sakin bir groove’un seyrini veren davul ve oynak bas gitar eşliğinde başlayan açılış parçasının ilk satırlarında söylediği gibi: “Serseriydi ruhum iflah olmazdı / Severdim batışını çıkışını da hayatın.” Bu albüm, tıpkı Joni Mitchell’ın külliyatında gördüğümüz gibi, bize hayatı kana kana içmeye kararlı olan birinin tecrübe kokan şarkılarını veriyor.

“Kadın” şarkısı Tezer’in tarih boyunca ezilen kadınların ağzından konuşmasıyla başlıyor: “Şu gönlü asırlardır yerlere serdim / Aldılar, attılar.” Albümde böyle etkileyici politik anlar olsa da kolektif deneyimlerin yanında bireysel gerçeklikler de görüyoruz. Mesela aynı şarkının nakaratında Tezer bize adeta başarılı bir kariyerin ortasından sesleniyor: “Şimdi birçok şarkı bekleniyor benden / Sesim var mı ruhum hala sağ mı / Gönül gözüm hala içten içe kor mu / Üşütür mü yoksa tutuşur mu?” diye kendini sorguluyor.

Hakikaten de Tezer’in şarkıları uzun bir süredir hayatımızda. 1990’lardan beri Bülent Ortaçgil, Hüsnü Arkan, İlhan Şeşen ve Erkan Oğur gibi isimlerle çalıştıktan sonra 2009’da ilk solo albümü Cihan’ı çıkarıp hayatlarımıza dokunmaya başlıyor. 2013’te İkinci Cihan’ın çıkışıyla Tezer’in, demin saydığım isimlerin dahil olduğu özgün müzik akımının daha duygusal kanadının en önemli temsilcisi olduğunu kanıtladığını düşünüyorum artık.

İlk albümlerde caz müzik başlıca referans noktası iken, Kağıttan Kaptanlar’da daha çok soft rock ya da ‘adult contemporary’ tınıları var. Bu albümün en caz kokan şarkısı “Çık Oradan”daki şu dizeyle sanki bu sonik gelişimine göz kırpıyor: “Eskileri boş vermeden / Başla yeni türkülerden.” Fakat bir sonraki şarkı “Sakin Dur” bu türkü referansını daha da anlamlı kılıyor, zira buradaki melodi bir Anadolu ninesini andırırken arkada duyduğumuz perdesiz gitar (çalan tabii ki Erkan Oğur) bizi türkü evrenine götürüyor. Böylece Tezer albümdeki müzikal referansları genişlettikçe genişletiyor. Keza sondan bir önceki şarkı “Sanki Rüya”da Türk Sanat Müziği’vari vokal melodiler ve sözlerde makama referanslar varken, son parça “Göze mi Geldik” geleneksel bir sanat müziği şarkısının caz bir düzenlemesinden oluşuyor.

Böylece şarkılar birbirlerine bağlanırken Tezer başladığı ve geldiği noktalara ince bir şekilde saygı gösteriyor. Joni Mitchell’ın gençliğinde folk ve rock’tan caza evrilişini yansıtan ve o 80’li yaşlarına geldiğinde bile hala yepyeni anlamlar taşıyan “Both Sides Now” şarkısında gördüğümüz gibi, Tezer de hayata ve müziğe aynı anda hem tutkuyla hem tecrübeyle, hem gelenekler hem de yenilikler perspektifinden bakabiliyor. SPOTIFY.


Brek – 1990 (Kare)

İnternet kültüründe “Doomer” olarak bilinen karikatüristik bir figür var. Bunun sıklıkla kullanıldığı meme’lerde 20’li yaşlarda, kafasında bere ve yüzünde hüzünlü bir ifade olan, derin sıkıntılarından dolayı sigara içen genç bir adam görürüz. Bu terimi Türkçeleştirsek en uygun karşılık “Derdo” olur muhtemelen. Brek adlı müzisyeni tek bir imgeyle anlatmak gerekiyorsa en hızlı yol, bu meme’deki adamı kapüşonlu siyah eşofman üstü yerine renkli bir Hawaii gömleğiyle hayal etmek olur. Zira özellikle dördüncü albümü 1990, dertli sözlerin üstünü insanın içini açan bir müzikle nasıl ustaca örttüğünü gösteriyor. Şarkılarının içeriği ve biçimi arasındaki bu tatlı çelişki, bana ikinci kuşak Amerikan indie pop grubu Beulah’nın başvurduğu taktiği hatırlatıyor. Onlar intihar gibi ağır konulardan bahsederken bile hafif melodilerle dinleyiciyi dans ettirirdi. Brek’in müziği de keza öyle.

Mesela “Sana ne oldu böyle?” ilk bakışta eğlenceli bir tatil şarkısı gibi duruyor, ta ki sözlerine dikkat kesilene kadar… “Sıcak yaz akşamı” diye başlayan bir dize şu sözlerle bitiyor mesela: “Bende yağmurlar başlar / Islandım yine.” Şarkı sözlerinde yanlış anlaşılmalar, kaçırılan fırsatlar, kalp kırıkları, kendinden şüphe etmek ve boşvermişlik gibi konulara değinilirken surf rock, indie ve hatta Türkçe pop esintili aranjelerde tam bir nostalji havası hakim.

1990 ismi Brek’in doğduğu yıla bir gönderme yaparken, o jenerasyonun birlikte büyüdüğü muhteşem müzisyenleri de akla getiriyor. “Kül Döktüm Yollarına” şarkısıyla Tarkan’a göz kırparken, efsanevi yerli punk grubu Cemiyette Pişiyorum’un “supradin” şarkısını coverlayarak ergenliğine de saygı duruşunda bulunuyor. Brek ve yetenekli arkadaşları (gitarlarda Bora Yavrucuk, davulda Yağız Nevzat İpek, mix’te Barış Ergün ve mastering koltuğunda Görkem Karabudak) sertlikle duygusallık arasında harika bir denge sağlıyor.

“Kadife” şarkısındaki, gerçekten de kadife gibi bol reverbli gitarlar ve hüzünlü sözler The Cure grubunun Wish dönemini çağrıştırıyor. Buna zıt olarak “1990” bütün hızıyla ve şiddetiyle tam bir punk şarkısı. ÖLÜPOP albümünde sert gotik müziği merkeze almışken MUTSUZLAR’da daha yumuşak tarzları denemiş olan Brek, 1990 ile duygusal ve sonik zıtlıklar arasında müthiş bir sentez yakalamış diyebiliriz. Güçlü şarkı yazarlığı ve başarılı düzenlemeleri ile kendini tekrar ve tekrar dinlettiren bir albüm. SPOTIFY.


Büyük Ev Ablukada – Defansif Dizayn (Olmadı Kaçarız Plakçılık)

Sene 1984. Yer Venice Beach, Los Angeles. Deneysel punk grubu Minutemen en önemli şarkısını kaydeder: “History Lesson – Part II.” Burada verdikleri ders hem bir müzik türünü hem de kendi kişisel tarihlerini anlatır. Birkaç ikonik söz (”Punk rock changed our lives” ve “Our band could be your life”) içeren şarkının, 80’lerde zirve yapan punk alt kültürüyle ilgili en vurucu dizeleri şunlardır: “This is Bob Dylan to me / My story could be his songs.” Nasıl ki Bob Dylan önceki kuşağın isyanını ve uyanma sürecini temsil ediyorsa, burada da D. Boon ve Mike Watt punk’ın kendi kuşaklarının Bob Dylan’ı olduğunu anlatıyor.

Büyük Ev Ablukada’nın son albümünü dinlerken kuşaklar arasındaki ilişkiler üzerine çok düşündüm. İlk albümleri Full Faça 2012’de çıktı, yani bizim standartlarımıza göre bir asır önce. BEA bu albümden önce gayet punkçı bir tavırla kayıt yapmayı ve röportaj vermeyi reddeden, bunun yerine kült canlı performansları ve tutkulu seyirci kitlesi ile meşhur olan bir gruptu. Üçüncü stüdyo albümleri Defansif Dizayn ile BEA artık Türkçe rock alanında (bu janra tanımını esnetme kaydıyla) kıdemli bir grup olarak pozisyonunu sağlama almıştır. Hatta onlar için “Bu, bizim için Bob Dylan’dı” desek yeridir.

Peki Türkiye müzik tarihine bakarsak en yakın karşılığı ne olur? Önceki kuşakların gençlik kültürünü düşünürsek bence Bulutsuzluk Özlemi ile bir paralellik kurabiliriz. Onlar 80’lerde politik bir yenilginin (12 Eylül) ardından gelen sağcı bir rejimin baskısı altında apolitiklikle suçlananların uyanışını temsil etti. Grubun en önemli albümü Uçtu Uçtu’da “Acil Demokrasi” gibi şarkıların yanında\ gündelik dili ve argoyu kullanarak daha kişisel sıkışmışlıkları ve kuşatılmışlık hissini anlatan “Beynim Zonkluyor” gibi parçalar da vardı. Onlar da bir önceki kuşaktan (Cem Karaca gibi Anadolu Rockçılar) farklı olarak Anadolu’nun geri kalmışlığını ve yoksulluğunu anlatmak yerine öfkeli, şehirli ve çoğunlukla orta-sınıf olan bir kesimin duygularına tercüman oldular. Bu anlamda bana kalırsa Büyük Ev Ablukada Y kuşağının Bulutsuzluk Özlemi’dir.

Yeni albümün son şarkısından başlayalım. “Yangın Akvaryum“da müzikal anlamda olgunluğa erişmiş bir grup (Gülin Kılıçay, Bartu Küçükçağlayan, Mert Üçer, Can Güngör, Serhat Utku İnan, Zeynep Oktar, Cem Yılmazer) duyuyoruz. Albümün genelinde olduğu gibi burada da Güngör ile Yılmazer’in prodüktör olarak görevlerini yerine getirmedeki titizlikleri, şarkının kompleks dokusunda kendini gösteriyor. Şarkı iki kutup arasında (berrak bir yalınlık ve Dadaizmi andıran bir sonik kaos) gidip geliyor. Korhan Futacı adeta ağlayan soprano saksafonuyla şarkının ilk saniyeden itibaren girdiği dissonant kreşendoya katılıyor. Otuz saniye sonra şarkının ikinci faslı başlıyor. İlk önce sadece Bartu’nun (ya da gruptaki mahlasını kullanırsak Canavar Banavar’ın) koca bir ülkenin sesiyle konuştuğunu duyuyoruz: “Üç tarafım denizlerle çevrili / Ama yüzüm duvara dönük.” Türkiye denizlere ve dolayısıyla dünyaya açık olan bir coğrafyaya sahip olduğu halde çoğu zaman hep kendi dertleriyle meşgul olduğundan, tabiri caizse burnunun ucundan ötesini göremiyor. Bu mecazi miyopluk ve klostrofobi hissi sonraki dizelerde devam ediyor: “Biz bu yüzyılın içindeyiz / Hep bahaneler, yok daha neler / Göğsümüz bile kafeste.” Sonra şarkının ismindeki metaforu açıp ülkeyi camlarla çevrili bir akvaryuma benzetiyor: “Nefes alan çok, kurtuldum sanan geride kalıyo’ / Korkma, sönmez bu yangınlar.” 8 dakikayı aşkın bir süre boyunca devam eden bu şarkı, tekrar bir kreşendoyla yıkıldıktan sonra bir kez daha dönüşüm geçiriyor ve bu kez sonuna kadar sakin bir groove ile devam ediyor.

Büyük Ev Ablukada için kıdemli derken bunu kastetmiştim: artık ABAB sırasıyla, verse ile nakarat arasında geçen şarkılar yapmak yerine adeta epik besteler yapıyorlar. Lirik şiirde gördüğümüz sirküler yapıyı değil de düzyazıya yakın lineer bir yapı kullanıyor şarkıları. Bu karışık yapı dolayısıyla şarkılarını anlamak birkaç seans gerektiriyor, zira tek dinleyişte sindirilebilir şarkılar değil bunlar. Bir önceki albüm FIRTINAYT’ta da benzer bir epik eğilim görmüştük, fakat oradaki synth-pop tarzdan ziyade bu yeni albümde klasik rock’a ve aynı zamanda R&Β, funk ve hatta rap’e göz kırpan karışık besteler var. Eski jam gruplarını andıran ilk şarkı “Pazartesi”nde bunu duyuyoruz. İmer Demirer’in trompeti, nakaratta “lalala” diye harmoni yapan koro ve Canavar’ın sözleri bizi eski dönemlere götürüyor: “İşime gelmiyor çünkü yesterday / Nasıl rüzgarlar üstüme estiyse / Siktir git yesterday.” Konuşma dilinden gelen sözcükleri (sadece bu şarkıda bu kalıplar var: spor yapmak, telefon şarjı, aptala yatmak, ağzına sıçmak) daha poetik dizelerle (“Kolu kanadı kırık üzüntümün / Gönlünü niye ben alıyorum ki”) harmanlamak bir Canavar klasiği.

Şimdi albümün ikinci şarkısı olan “Şiraze”ye geçelim. Anderson .Paak & Bruno Mars’ın mega-hit’i “Leave The Door Open”in ipeksi 70’ler R&B nostaljisini andıran bir fanfar ile başlayan bu şarkı, albümün en kritik tematik meselesini ortaya koyuyor. Defansif Dizayn için politik bir albüm dediysem bu bir protesto albümü olarak anlaşılmasın. Birey ve toplum arasındaki ilişkiyi sorunsallaştırdığı için politik diyorum. “Şiraze”de kendini sürekli sorgulayan, “Niye kendimi başkalarında kurtarmaya çalışıyorum bile bile?” ve “Sevsem ayrı dert / Sevmesem ayrı” diye isyan eden bir karakter var. İnsan ilişkilerinde yer aldığımız kadar var oluyoruz. Ancak bu duygusal bağlılıklar aynı zamanda hep benliğimizi şartlıyor ve bizi yalnızlıkla tehdit ediyor. Dolayısıyla ailede, ilişkilerde ve arkadaşlıklarda hep savunma mekanizmaları geliştiriyoruz. Şarkı ismi kullanıcı adı olan “@defne.kalbim96” kaçınmanın daha ekstrem bir örneğini veriyor bize. Şarkıdaki Defne karakteri şöyle tasvir ediliyor: “Dört aydır evi yok, tırnaklarında silik bozuk ojeler / İnstagram’da sahte bir adı var / Çok hoşuna gidiyo.’” Bu karakter Türkçe rock tarihinin bir diğer efsanesi olan Bülent Ortaçgil’in “haftanın yedi akşamı” dışarıya çıkan ve yalnızlığa dayanamayan “Şık Latife”sine benziyor. “Annesi botox, babası bi’ padişah” ve “Boşanamayan kuşağın kızı” olan Defne ise sürekli kendini avutmaya çalışıyor: “Korkusu yok, herkes tek.”

Albümde yabancılaşma gibi psikolojik konulara da değinildiği için Defansif Dizayn ismi manidar. Mimariden gelen ve Büyük Ev Ablukada’nın sanki plaza diline çevirdiği bu terimin (“hostile architecture”) birer örneği olarak, kuşları savması için binaların üst cephelerine yerleştirilen alüminyum dikenleri veya üstünde evsizler uyumasın diye yarıya bölünen bankları gösterebiliriz. Benzer bir şekilde, albümdeki şarkılar da insanlarla olan bağlarımız bizi savunmasız bıraktığı için içimizde nasıl böyle kalkanlar inşa ettiğimizi anlatıyor. “Kopuk Uçurtma”da gördüğümüz gibi uyumak ve unutmak bile bu yönde savunma mekanizmaları olabilir: “İçim içimi yese de hatırlamayabilirim / Uykumdan derine gömülü bir define / Özlemiyim diye var, kimselerin olamaz.” Gülinler’in (gruptaki mahlasıyla Galvaniz Gelbiraz’in) bestelediği ve söylediği muhteşem parça “Karargâh”ta ise eve kapanmak benzer bir işlev görüyor. Korunmuş askeri bir bölgeye benzetilen ev, yapısı itibariyle dışarıyla içeriyi birleştiren bir yer: “Benim bu apartmandan dışarıya açılan pencerelerim öyle çok ki.” Pencereler bu geçişkenliği artıran veya önleyen şeyler: “Uzaktan kumandayla panjurları indirdim / İstediğim anda başlıyor gece.” Zira insan bazen soyutlanmayı seçiyor. Yüzlerce ayrı kanal ile şarkının kaydına dahil olan Tophane Noise Band de defansif dizayn’ın bir başka örneğini oluşturuyor. Perküsyon olarak kullandıkları çöp tenekeleri gibi objelerden çıkan diskordant sesler, dinleyiciyi hem kışkırtıyor hem de şarkının içine alıyor. Büyük Ev Ablukada’nın külliyatına baktığımızda şarkı sözlerinde hep hissedilen iğneleyici ironi de defansif bir taktik olarak görülebilir. Y ve Z kuşaklarının ironiyle ilişkisi de öyle kanımca. Fakat “Karargâh”taki salt gürültüden sıyrılan melodilerde hissettiğimiz veya albümün zirvesi olan “FeeL”deki yoğun sarkazm arasında beliren, uzun ilişkilerle ilgili gerçekçi ve şefkatli sözler gibi, Büyük Ev Ablukada şarkılarında insana dokunan bir samimiyet ve içtenlik hep bu kalkanı deliyor. Sanırım bu yüzden günümüz Türkiye’sinin belki de en önemli rock grubu onlar. SPOTIFY.


Deniz Tekin – Yüzyıllardır Aynı Dert (Little Jobs)

Deniz Tekin yeni albümü Yüzyıllardır Aynı Dert’in ilk şarkılarında, dinleyicinin beklentilerini ters yüz eden bir tavır hemen seziliyor. Bir kere intro şarkısı tek bir kelimeyi tekrar ediyor: “Kaç!” İkinci şarkı (ve albümün ilk teklisi) “Uyumsuz” sert bir davul vuruşu ve gitar riff’i ile başlıyor. Sözleri ilk bakışta sanki bir korku filminden fırlamış gibi, ancak şarkı derin bir içsel sorgulamaya işaret ediyor: “Bir kez koparıp parçala kendini / Ölç tart bi’ kişi bile etmezler / Eksik ruhumun hazin sonu / İpte sallanan bi neşter.” Üçüncü şarkı “Gitsin Üstümüzden” ise Replikas ve hatta Kurban’ı andıran bir Anadolu-metal riff’ınin etrafında gelişiyor. Bu şarkının sözleri de kan revan içinde: “Bu kan bu ölüm toprağı / Gitsin üstümüzden.” Daha sert şarkıların bu bağımsız albümün ilk sıralarında olması tesadüf değil kanımca. Tekin’in bu ikinci albümünde, henüz 18-19 yaşlarındayken Avrupa Müzik ile kaydettiği ilk albümü Kozakuluçka’tan, deyim yerindeyse, kaçma ve onun toprağını üstünden atma çabalarının ilk olgun meyvelerini görüyoruz. O zamanlar hızla büyüyen hayran kitlesinin aklındaki Deniz Tekin imgesi, akustik gitarıyla ve cam kadar kırılgan ve duru sesiyle ilk albümün hit’i olan “Beni Vur” gibi duygusal şarkılar söyleyen bir gençten ibaretti. Oysa 19 tek bir yol ve sound’da karar kılmak için fazla genç bir yaş. O zamandan beri Tekin’in kariyerinin seyrini takip edersek kalıplara sığmayan, aksine onları kırmaktan zevk duyan birini görüyoruz. 2020’de Türkçe rap’in ileri gelen bazı isimleriyle ortak şarkılar üzerinde çalışmış. Elbette, müşteri memnuniyeti ve imajda tutarlılık ilkelerini bu denli reddetmek müziğe sadece ticari kaygılarla yaklaşan birinin yapabileceği bir şey değil. Ancak hedefi hiçbir zaman kendi kariyerini baltalamak da olmamıştır. Zira aynı zamanda kendini keşfetmek için yola çıkan bu sanatçının dinleyicileri, ona bu yolculukta eşlik etmeye devam etti. 2022’de Mana EP’siyle daha çetrefilli sözlerle daha deneysel bir sound’a sahip şarkılar yazdığını gördük. Ve tam o sıralarda solo kariyerinden ayrı olarak Yaşlı Amca grubunda basçı olarak çalmaya başladı.

Şimdi Yüzyıllardır Aynı Dert insana iyi ki bütün bunları yapmış dedirtiyor. Peki, nedir bu asırlık dert? Demin bahsettiğimiz şarkıda “Gitsin üstümüzden” diye bağırdığı şey sadece kendi geçmişi değil, toplumun geçmişi ve hatta bugünü ve geleceği de… Albüm boyunca kişisel olguların toplumsal olgularla iç içe geçtiğini görüyoruz. Yine sert gitarlarla başlayan “Yarın Değilse Bile Bir Gün” son derece politik bir Türkiye portresi çiziyor: “Sizce hak bu yaptıklarınız / Bizce yanlış bi’ şey var / Biz de korkalım artık sokaktan / Biz de susup kaçalım.” Bu karanlık dizelerden sonra asıl hançeri sokuyor: “Pimi çekik bir bomba gibiyiz / Yarın değilse bile bir gün patlayacağız.” Bu ilk üç sert şarkıyla eski Deniz’i bekleyenleri korkutup kaçırdıktan sonra, “Öğrenilmiş Bir Rüya” ile daha tanıdık bir gezegene ayak basıyoruz. Burada alışık olduğumuz Deniz Tekin’i, naif ve bir kuş kadar hafif sesini eski yalınlığıyla duyuyoruz. The Beatles’ı çağrıştıran majör gitar arpejleri başlayınca sanki albümde ilk defa yağmur bulutları kalkıyor ve güneşi görüyoruz. Ancak ilk bakışta çiçek böcek anlatan şarkı sözleri son derece felsefi düşünceleri içeriyor: “Öten kuşa sorabilsem / Ben gibi kendin bilir mi o da?” Sonra fark ediyoruz ki bu şarkı hiç de pastoral filan değil. “Öğrenilmiş Bir Rüya” derken anlattığı şey sosyal konstrüktivizm: kendi kişiliklerimiz dahil olmak üzere bize doğal gelen çoğu şey aslında toplumun yarattığı bir gerçeklik. Nakaratta Tekin şarkının ismini her tekrar edişinden sonra ağır bir ironiyle bu kelimeleri sıralıyor: “yapay,” “yasaya uygun,” “normal.” Beklenmedik bir benzetme olacak, ama kompleks mevzuları basit bir dille anlatma yeteneği bana hep Bülent Ortaçgil’i hatırlatıyor, özellikle çocuk albümü olarak gösterilen ama son derece ironik, felsefi ve hatta saykodelik olan Benimle Oynar Mısın’ı. Orada da koyu bir Beatles etkisi vardı ve “Öğrenilmiş Bir Rüya”nın da dolaylı bir Beatles referansı daha var kanımca, bu sefer Kuzey İngiltere’nin bir diğer efsanevi grubu olan Oasis üzerinden. Zira Tekin’in bütün bu karanlık sözlerinden sonra hiçbir şey olmamış gibi Manchester kokan Noel Gallagher’vari bir gitar solosu başlıyor. Şarkı sözlerindeki düşündüren tespitler ile Tekin ve grubunun çalarken aldıkları inkar edilemez haz arasındaki kontrast bu albümün asıl dinamiğini oluşturuyor. Hücum tekniği ile kaydedilmeye başlanan bu şarkılarda organik bir canlılık var. Burada başta elektrogitarda Efe Demiral olmak üzere Tekin’in tüm ekip arkadaşlarının (bas gitarda Kunter Kınacı ve davulda Berkan Tilavel’in) kulağını çınlatmak lazım. Tekin, bu şarkıların yazarı olarak yıllarca üzerine çalışmış olabilir fakat bol doğaçlamalı, kolektif bir şekilde düzenlenen ve hızlıca bitirilen kayıtlarda doğal bir çabasızlık var. Onlar eğlendikçe biz de eğleniyoruz. “Yüzyıllardır Aynı Dert” ve “Susarak” şarkılarında tek bir groove’u alıp çeşitlendirip, sonra da sündüren bir jam grubu işitiyoruz. “Gelir Miyim”de hem reggae kısımları var, hem de son nakaratta -artık pop müzikte hasret kaldığımız türden- bir ‘key change’ duyuyoruz. Burada ve son iki şarkıda artık iyice gevşemiş bir topluluk görüyoruz. Tekin’in aşk acısından sonra tekrar kendini açmakla ilgili “Gelir miyim” sorusuna karşılık olarak bir yerde “Ulan nah gelirim” demesi gibi esprili çıkışlara şahit oluyoruz. “Sosyal Olarak Başarılı Değilim” diye şarkı yapan bir grup belli ki kendilerini fazla ciddiye almak derdinde değil. Jazz ve funk ritimleriyla oynayan bir şarkı, Tekin’in İngilizce olarak “Take it away!” demesi ve uzunca bir gitar solosu ile bitiyor. Son olarak rockabilly tarzında düzenlenen “Ben Bir Gofret Değilim” şarkısında Tekin’in söylediği bir söz hem bu albümü hem de onun renkli kariyerini özetliyor: “Beni iki ısırıkta tüketemezsin.” Ardından hemen şunu ekliyor: “Size hesap vermemi çok beklersiniz.” SPOTIFY.


Dilhan Şeşen – Kumdan İnşa Putlarla (Gülbaba Records)

Müzik dahil tüm kültürel üretim dallarının birer hızlı tüketim alanına dönüştüğü bir çağda yaşıyoruz. Spotify gibi dijital platformların algoritmaları müzisyenleri, şarkılarının dinlenme sayısını arttırmak için tekli çıkarmaya teşvik ediyor. Kısa aralıklarla tekli çıkaranlar en avantajlı pozisyonda oluyor. Zira Spotify’ın böyle hızlı şarkı üretebilen sanatçıları çalma listelerine alma olasılığı çok daha yüksek. Böyle bir çağda özenle, sindire sindire yapılmış albümlere hasret kaldık. Dilhan Şeşen’in ilk albümü Kumdan İnşa Putlarla tam böyle bir anlayışla yapıldığı için biz, dinleyici olarak, albümü dikkatle sindirerek dinleyebiliyoruz. Albüm bizi bir yolculuğa çıkarıyor aslında. Nitekim Şeşen, röportajlarında albümü bir okyanusa benzetiyor. Albüm boyunca ve şarkıların içerisinde de yer yer fırtınalarla dalgalanan, yer yer durulup sütliman olan bir okyanusun üstünde uçuyoruz adeta. Şeşen ve arkadaşları (duvallarda Berke Köymen, prodüktör koltuğunda Kaan Ceylani, yardımcı prodüktörler olarak Cihan Reşit Köse ve aynı zamanda albümün mix ve ses tasarımını da üstlenen Barış Ergün) düzenlemelerde sükunetle sertlik arasındaki negatif alanı ustaca kullanıyor.

Mesela neredeyse yedi dakika uzunluğunda olan açılış parçası “Hergele” bize albümün genel seyrini baştan gösteriyor. Şarkı vokal ve piyano ile başlıyor. Şeşen’in tam kulağımızın dibinde sakince yankılanan kararlı sesinden şu merak uyandıran sözleri duyuyoruz: “Güzel günlerin ardına düş bir kere / Belki peşinden gelir beklediğin hergele.” Burada sadece davul ve hafif elektronik sesler işitilirken denizin yüzeyinde kıpırdanmalar seziyoruz. Sonra sadece çıplak ses ve synth’ler kalıyor geriye, ta ki bu kez metal’vari bir gitar riff’i birdenbire fırtına kopmuşçasına yükselene kadar… Fakat şarkının dördüncü dakikasında her şey duruyor. Bu sessizlikte perküsyon ve gitar bambaşka bir temaya geçiş yapıyor. Bu groove’un şiddeti arttıkça artıyor, ta ki şarkı çarpışan dalgalarla son bir kreşendoda bitene kadar…

Albümün böyle şiddetli yükselişleri (albümün en güçlü parçası olan “Onca Şeye Koş” ve Bahadır Kartal’ın divanıyla katıldığı “Kumdan İnşa Putlarla” şarkılarında olduğu gibi) ve su üzerinde usulca süzülüşleri var (“Ay Kuşlar” ve kapanış parçası olan “Aklımın En Ortasına Kurdun Bir Yuva”daki gibi). Nasıl ki tekrar eden sonik temalar ve riff’ler şarkıları birbirine bağlayıp bir bütün oluşturuyorsa, Şeşen’in rüya mantığını andıran şarkı sözlerinde de mükerrer imgeler mevcut. Bir şarkıda “Duy bak içim ne halde” diye yalvarırken, bir başka şarkıda “Bak yüzüme konuş benimle” diye isyan ediyor. “Duymak,” “bakmak” gibi fiiller bir tanınma mücadelesine işaret ediyor. Şarkılar benliğimizi başka insanlar vasıtasıyla anlamlandırmayı değil de kendimizi doğrudan tanımayı salık veriyor: “Neden korktum söylemekten / Bunca sözüm varken” diye soruyor başroldeki karakterimiz “Ay Kuşlar”da. Görülmek/görülmemek veya duymak/duyulmak eksenine, tekrar eden “yüz” teması da eklenebilir: “Yüzlerden Bir Yüz”de yakınarak “Yüzümü sever / Sözümü de bir duy aman” der. “Gök Mavi”deki karakter de benzer bir şekilde “Bak yüzüme, konuş benimle” diye diretir. Bütün bu imgelerin anahtarını “Kunduz Gibi” şarkısında buluyoruz: “Kurtuluşu duyulmaktan geçiyor herkesin.” İşte bu imgesel, duyusal ve müzikal zenginlik sayesinde bu albümü tekrar tekrar dinleyip her seferinde yeni bir şeyler keşfedebiliyoruz. SPOTIFY.


Kum & Bedeviler – Apartmanlar (Sony Music Türkiye)

Daha çok rap şarkılarıyla bilinen Burkut Kum, her fırsatta rapçi olmadığını dile getiriyor. Hayranlarının çoğunun ergen yaşta olduğu düşünülürse bu gerçeğin altını çizmekte haklı da.

Müzikal yolculuğuna bakacak olursak… Çocukluğundan beri The Beatles gibi klasik rock gruplarını seven ve İngiltere’nin güneyinde lise eğitimi alan Kum, mezun olduktan sonra arkadaşlarıyla Londra’da Badgirl$ adlı bir post-punk grubu kurup Rosalía ve Machine Gun Kelly gibi dünyaca ünlü sanatçılarla aynı sahneyi paylaşıyor. Fakat birkaç yıl sonra Londra’daki hayatını geride bırakarak Türkçe müzik yapmak üzere İstanbul’a yerleşiyor.

2021 yılında çıkardığı “Düşmanlarıma” adlı trap şarkısı TikTok gibi platformlarda viral olunca bu kararının ilk meyvelerini toplamaya başlıyor. Ancak o şarkı ve onu takip eden ilk solo albümü Her Şey Çok Güzel Olacak, düz rap müzikten ziyade janralar arasında geçişkenlik gösteriyor diyebiliriz. Nitekim albümü ilk dinlediğimde beni en çok heyecanlandıran şey trap beat’leri punk ve emo gitar riff’leriyle birleştirmesiydi. Bence Türkiye’de böyle bir sentez ancak Kadıköy’den çıkabilirdi. Moda Caddesi’ndeki Stüdyo Mayday hem punkçıların hem de trapçilerin başvurduğu ve takıldığı bir mekan mesela. Mekanın sahibi ve tanıdık simaları arasında yer alan Alper Ekiz ile prodüktör/ses teknisyeni Luca Fritz de Kum’un bir sonraki hamlesinin bel kemiğini oluşuturuyordu zira: sahne ve stüdyo grubu Bedeviler. Gruba Rashit’in davulcusu olan dünyaca ünlü prodüktör/DJ Orkun Tunç, bas gitarda hem Frozen Clouds hem de solo projelerinden tanıdığımız Denzi ve İskoçlu saksafoncu Steven Wiles eklenince, tek bir formattan veya sound’dan sıkılan Kum bir rock albümü çıkararak özüne dönmeye hazır hale geldi denilebilir.

Apartmanlar, Kum & Bedeviler’in hareketli ve hoş dağınıklığıyla meşhur sahne performanslarını kayıtlara yansıtan bir çalışma. Hücum kayıt tekniğiyle yapılan doğaçlamalar ve yanlış basılan notalar bile albümün canlılığını ve samimiyetini arttırıyor. Albümdeki sound efsanevi İngiliz grubu The Fall’un tarzını andırırken, bütün bu elementleri birleştiren unsur Kum’un karakteristik sesi diyebiliriz. Eski rock star’ları çağrıştıran, adeta sigara dumanı ve viski ile yontulmuş sesinin karşı konulmaz bir cazibesi var. Yalın olduğu için türkü misali duygusallıkla yüklü şarkı sözleri de keza öyle.

Mesela “Orada Bir Ev”deki ilk dize bu zamansızlığı gösteriyor: “Bur’da bir ev var uzakta / Ama giden yok, ama giden yok / Dedim: ‘Korkma,’ elbette bir son var ama / Ne zaman bilen yok.” Şarkılarda konuşan karakter (“persona” diyebiliriz) bir çeşit seyyah veya Kum’un kendiyle dalga geçtiği sosyal medya paylaşımlarında dediği gibi bir nevi “ıssız adam.”

Albümün en akılda kalan şarkılarından “Sen Olmazsan”da söylediği gibi: “Çok gezdim, gördüm geçirdim / Bazen kötü bir seçimdin / Bazen hayatın tüm anlamı.” “Otogar Blues”da kendini bir otogarın kaldırımında uyurken buluyor. “Son Gece”de ise yine yollara düşmüş: “Ankara-Kadıköy arası beş saat” gibi ancak hayatını yollarda geçiren birinin bilebileceği detaylar verdikten sonra artık toksikliğe yüz tutmuş bir ilişkiden söz eder gibi: “Nefretinde bile biraz gerçek payı olsa / Bozkırı yüzer gelirdim donsa da tüm yollar.”

Türkiye ve coğrafyasıyla ilgili önemli bir detay ise albümün isminde gizli. Apartmanlar ismine 6 Şubat 2023’ten çok önce karar verilmiş, ama Kum & Bedeviler, Kahramanmaraş depreminden sonra bu felaketin ağır psikolojisiyle stüdyoya girince ismin ne kadar manidar olduğunu fark etmişler. Bunu albümle aynı adı taşıyan şarkının sözlerinde görüyoruz: “Apartmanlar, insanlar, çığlıklar / Sığınaklara, ah, sığmazlar.” Bir sonraki enstrümantal şarkı “Müteahhitler Ülkesi” sözler olmadan da son derece anlamlı bir şarkı. Hem içerik hem de sound açısından cesur olan bu albüm, beklentilere inat yapılan bir proje. Yeni trap albümü gibi viral olacak şarkılar içermiyor olabilir, fakat Türkçe rock’ın en iyi albümlerinden biri olarak tarihe geçmeye değer. SPOTIFY.


Lara Di Lara – ESKİSİ GİBİ DEĞİL (Grace Records)

Dördüncü stüdyo albümü ESKİSİ GİBİ DEĞİL’i bu yıl yayımlayan Lara Di Lara, belli ki bir sanat formu olarak albüme önem veren bir sanatçı. Tamamlanmış bir yapbozu yeniden bozup yapar gibi, şarkıları birbirine bağlayan kavramları ve konseptleri arayıp bulmayı seven ve dinleyiciyi ödüllendiren bir tavır bu.

Her şey 13 parça ve 3 geçişten oluşan bu albümün tam ortasında ve aynı zamanda albüme ismini veren “Eskisi Gibi Değil” şarkısında gizli. Orada Dilara gündelik hayatlarımızda şikayet etmek için sık sık kullandığımız bu tabiri, nasıl aynı anda iki zıt anlama işaret ettiğini göstererek yapısöküme uğratıyor. Bir şeyin eskisi gibi olmadığını söylerken hem olumsuz (eskiden her şey daha güzeldi) hem de olumlu (eskiden böyle şeyler normaldi fakat artık toplumca kabul etmiyoruz) bir şeyi kastedebiliyor. Aynı eski/yeni ekseni albümdeki düzenlemelerde de mevcut. Dilara röportajlarında dile getirdiği gibi, bu albümde akustik öğeleri synth dünyasıyla harmanlamayı amaçlamış. Albümün prodüktörlüğünü Aras Levni Seyhan’la birlikte üstlenen sanatçının, hem organik hem sentetik (unutmayalım ki müzik aleti olan “synth” yani “synthesizer” kelime olarak yapay anlamındaki “sentetik” ile aynı kökten geliyor) seslere yer verdiğini işitiyoruz.

Eski ve yeni derken, bu noktada Dilara’nın caz ve rock gibi janraları harmanlayan grup 123 ile müzik hayatına başladığını ve sonra solo müzisyen olarak da Kamufle gibi rapçilerle ortak ve son derece yenilikçi projeler yaptığını hatırlamakta fayda var. Aynı şekilde bu albümde hem “Gerçeklik” gibi daha akustik ve geleneksel şarkılar var, hem de “Dile Gelemeyenleri” ve “Döngü” gibi drum & bass ve hatta EDM gibi sound’lara yaklaşanlar var. Bu sentez (böylece karşımıza yine eski Yunancadaki ön ek “syn-” yani “birlikte” çıkıyor) yaratma çabası albümün ilk teklisi olan “Büyü”de de var. Şarkının ismiyle yine kelime oyunu yapan Dilara (hem emir fiil olan “büyü” hem sihir anlamındaki isim “büyü”) nakaratta şunları söylüyor: “Geldiğin yeri unutma asla / ama gittiğin yere doğru büyü.” Yine aynı diyalektik var karşımızda: geleceğe doğru koşarken nereden geldiğimizi de unutmayalım.

Yarı İsveç yarı Türkiyeli olan sanatçının genellikle İngilizce sözler yazarak başladığı, fakat hem İstanbul’da hem Viyana’da kaydettiği bu albümde çoğunlukla Türkçe şarkılar yazdığı gerçeği burada saklı kanımca. Aynı zamanda bu şarkı için Pelin Kaçar’ın yönettiği etkileyici klipte, büyümekle ilgili benzer temalar görüyoruz. Ailesinin baskısından ve sorunlarından bunalan bir genç kızın annesinin arabasını çalıp yol kenarından arkadaşlarını alarak ormanlar üzerinden sahile gittiğini seyrediyoruz. Her ergen gibi videodaki gençler şu gerçeği gösteriyor: birey olmak yolunda herkes kısmen de olsa ailesini ve kendi çocukluğunu reddetmek zorunda. Ancak videonun sonunda, nakaratın ikinci kısmını (“gittiğin yere doğru büyü”) dolaylı olarak doğrulayan bir görüntü geliyor. Bu gençler kendi kendilerine sahilde eğlenirken videoda ilk defa şarkıcıyı görüyoruz. Dilara hamile karnıyla ve şefkatli bir bakışla kameraya bakıyor. Hayatın döngüsü bu detayda saklı: bir zamanlar büyümek adına kendi hayat yolculuğuna çıkan insanlar da gün gelip kendilerini anne-babalarının konumlarında bulabiliyorlar. Dilara’nın bu albümün çalışmaları süresince kızına hamile olması ve doğum yaptıktan sonra albümü çıkarması gibi biyografik detayları bilmesek de bu videoda ve albüm boyunca gördüğümüz eski/yeni, gelenek/deneysellik, köklere bağlılık/dünyaya açıklık, büyümek/dönmek sembolizmi manidar. SPOTIFY.


Mabel Matiz – Fatih (Pose Records)

Mabel Matiz’in yeni bir albüm çıkarması Türkiye müzik dünyası için hep büyük bir olay. Bir kere hem 2018 yılında çıkan Maya albümü, hem de son beş yıl boyunca yolunu gözlediğimiz Fatih neredeyse ikişer saatlik albümler olarak karşımıza çıktı. Maya’da 23 şarkı varken Mabel Matiz bu sefer Fatih için eli yükseltip tam 25 şarkı hazırlamış. Fakat bu albümlerin büyüklükleri esasında nicelikle değil, nitelikle alakalı. Zira Mabel nesli tükenen bir müzisyen türünü temsil ediyor: sanatçı olarak popçu. Bu hususta Mabel’i Sezen Aksu’nun vârisi olarak tarif etmek abartılı olmaz. Hatta albümün ona ithafen yazılmış açılış şarkısı “Aşkım Gülüm”den tutun da Sezen’in klasik kayıtlarına yapılan sonik göndermelere kadar Minik Serçe’nin varlığı albümün neredeyse her şarkısında hissediliyor.

Mesela Fatih’ten önce tekli olarak çıkan “Fan” şarkısındaki kat kat yaylılar ve oynak ritim Sezen’in belki de en ihtişamlı dönemine direkt bir referans içeriyor: Onno Tunç ile çalıştığı 80’ler. Mabel’in sözlerinde de Sezen’le özdeşleşmiş cesur ve davetkâr tutum var: “Bırakalım onları canım / Konuşalım senli benli / Arada bi’ estir fanı / Yaz günü terli terli.” Mabel burada bir kelime oyunu yapıyor. İlk bakışta “fan” İngilizcede olduğu gibi “vantilatör” anlamında kullanılıyor burada ve böylece şarkı terlemek/serinlemek, tansiyon/rahatlama gibi zıtlıklar üzerinden cinsel ve tensel çağrışımlar yapıyor. Bu kelime tabii ki aynı zamanda “hayran” demek. Bu anlamda Mabel, Sezen’in en üst düzey düzenlemelerine, mesela Sen Ağlama albümündekiler gibi, göz kırparak kendisinin ona olan hayranlığını da ilan ediyor.

Bu “fan” kavramı bize albümün kilidini açıyor. Çünkü Fatih bir anlamda otobiyografik bir yapıt ise sıkı ve hatta obsesif denebilecek bir dinleyicinin de otobiyografisidir. Sosyal medyada Mabel’in yeni albümüyle ilgili şu sözleri kullandığını görüyoruz: “En çıplak hâlim. En gür kahkaham, en âşık gözyaşım. En geniş aile fotoğrafım.” Albüm bir hayranın hem otobiyografisi hem otoportresi. Albümün kapağı bu okumayı destekliyor: orada yakın plandan doğrudan gözlerimizin içine bakan bir Mabel’in yüzünü görüyoruz. Mabel Matiz mahlasının yarattığı maskeyi çıkarıp albümün adı için doğduğu ismi, Fatih’i kullanması da albümün sanatçının gerçek kişiliğini yansıtacağı beklentisini destekliyor. Oysa dikkatli bir dinleyici hemen fark eder ki bu “gerçek kişilik” de başka sanatçılara katman katman referanslar ve göndermeler taşıyor.

Bir kere künyedeki kabarık prodüktör, stüdyo müzisyeni ve konuk sanatçısı listesine (hem Aşkın Nur Yengi gibi yerli efsaneler var, hem Avrupa ve Ortadoğu’dan beğenilen prodüktörler) göz atmak Mabel’in “aile fotoğrafı”ndan ne kastettiğini kavramamıza yetiyor. Bu sıkı müzik fanı albümünün sound’unu oluştururken popüler müzik tarihine de dalıyor. Sadece 90’lar Türkçe pop’tan değil, hem Türkiye hem de global ölçekte 70’ler, 80’ler ve hatta günümüz pop müziğinden ilham almış. En çok 90’lar etkisi hakkında yazılıp çizildiği için önce ona hızlıca bakalım. Mabel’in “Make Turkish Pop Great Again” şiarıyla çıkardığı “Numaracı”nın “Seni şapşal numaracı, çapkın mer’abacı” diye başlayan nakaratı Seden Gürel’in “Çalkala”sına açık bir göndermedir. (Hatırlamayan için sözleri şu şekilde: “Seni lapacı / Seni yıkamacı yağlamacı.”) Bir örnek daha: Mabel’in “İki Satır Yara” şarkısını Aşkın Nur Yengi ile söylemek istemesi boşuna değil. Onun ve Türkçe popun genel olarak en parlak devrinden çıkmış bir parça yazmayı hedeflediği her notadan belli.

“Çerez”de ise açık bir Yaşar-Mirkelam-Kenan Doğulu vibe’ı var. Ancak gözde indie müzisyeni Can Güngör ile bestelediği bu karmaşık yapıya sahip şarkıda birden fazla melodik bölüm var. Nağmeli nakarattan farklı olarak, piyano bazlı introda Britpop’u çağrıştıran bir bölümden hemen sonra elektrogitar bir funk riff’ine giriliyor. Böylece Fatih’teki başka bir şarkıda “Burnum ‘Batı’ diyor ama yüreğim ‘Doğu’” diye açıkça itiraf ettiği gibi, Mabel İngiliz ve Amerikan pop müziğinden sevdiği öğeleri de heybesine atıyor. Türkçe R&B yapan genç şarkıcı Kardelen ile yaptığı flörtöz ve eğlenceli düet “Severim”de ise Spice Girls’ün etkisini taşıyan bir Y2K dönemi pop nostaljisi hissediyorum.

“Dalga”daki parıltılı disco/synth-pop prodüksiyonu bir Katy Perry şarkısında hiç sakil durmazdı. Şimdiyse 80’lere yönelik örnekleri çoğaltabiliriz. Prodüktörlüğünü Taner Yücel’in üstlendiği muhteşem şarkı “Mor Perdeler”deki elektrogitarlar 80’li yılların en sıkı hair metal’cilerine bile taş çıkartır. Albüm için yazdığı notlarda Mabel bu şarkıyı “Barış Manço ile söylemek isterdim” diyor, oysa ben bunu keşke Axl Rose ve Slash ile çalsa diyorum. Albümün en popüler şarkısı haline gelen “Müphem”de ise doğrudan 80’lerden fırlamış synth ve drum machine sesleri varken, “Kara Dantelli Gençliğimize” şarkısındaki bol reverbli kick davul sesi o dönemin karakteristik lezzetini veriyor: davul sanki bir mağaranın içinde yankılana yankılana bize geliyor. Hiç “Kayahan, Depeche Mode’a bir şarkı yazsaydı nasıl olurdu?” diye merak etseydiniz Tolga Akdoğan’ın prodüktörlüğünü yaptığı “Derin Olur”u dinlemenizi tavsiye ederim, ya da “Acaba taverna müziğini EDM ile karıştırırsanız ne çıkar?” diye soracak olursanız doğru adres “Aşk Çeşmesi” olur. Daha da geriye gidecek olursak albümde 70’lerden esinlenen şarkılar da görüyoruz. “Yeni Yaz” eski Yeşilçam filmlerini ve Nükhet Duru’nun ilk şarkılarını akla getiriyorken “Bir Serçe Üzülür”de Modern Folk Üçlüsü melodileri hafif hafif uçuşuyor.

Bu upuzun ilhamlar listesini okuyanlar, Mabel’in Fatih’te yaptığını bir çeşit entelektüel egzersiz zannetmesin. Mesela funk, eski nesil hip-hop breakdance kültürü ve hatta Anadolu Rock’tan esinlenen “Uçkun” şarkısı bu tarzların politikliğini de gösteriyor. Coğrafyanın kader olup olmadığını sorgulayan bu şarkı şu sözleri de içeriyor: “Hani baş koydum bu yola ben / Özgürlüğümün / Adı yok mu bu yerde?” Şarkının başka bir yerinde Mabel “Eyvahlar olsun böyle düzene” diye sitem ediyor.

Yine Anadolu kokan “Öküz” şarkısı Şilili komünist şair Pablo Neruda’nın artık anonimleşmiş sözlerine gönderme yaparak “Çiçeklerimi yolarak / Baharımı engelleyemezsiniz / Tarla benim orak benim” diye başlıyor. Fakat şüphesiz albümde politik olarak en vurucu şarkı “Karakol.” 12 Eylül sonrası Türkçe popun hüzünlü yüzünü yansıtan bu parça (en yakın atası Sezen’in “Son Bakışı” şarkısı) devlet baskısına ve polis şiddetine referanslar içeriyor: “Vermedim adını, zora koydular / Aşkın mezarını cana oydular.” Şarkının iki erkek arasındaki ilişkiyi sadece ima eden klibi bile bugünün baskıcı zihniyetlerine fazla geldi ki klibe hemen sansür kararı verildi. Bu olaydan sonra Mabel’in kazandığı Elle Style ödülünü “uzun yıllardır her türlü baskı ve sınırlandırmaya rağmen kendilerini cesurca, inatla ortaya koyan […] Türkiyeli LGBTİ+’lar”a ithaf ettiğini hatırlatmakta fayda var.

Aynı boyun eğmeyen tutumu “Elbette Annem”deki sözlerde de görüyoruz: “Ölmedim lan, na burdayım / Yenilmedim yıkılmadım / Savurdular umudumu / Ama delirmedim daha.” Fatih bir otobiyografi veya otoportre ise bize diyor ki bazen yapabileceğimiz en cesur şey kendimize en çıplak halimizle aynada bakmak. Bu yüzden 70’lerden bu yana üretim yapan Sezen Aksu, Mabel için bütün esinlenmelerinin arasında bu kadar temel bir referans noktası. Sezen’in şarkı yazarlığında kendi benliğine olan dürüstlüğü tartışılmaz. Şarkılarında aynı yaklaşımı benimseyerek ve hatta bunu kendi hayatına doğru da genişleterek Mabel bize diyor ki: ancak geçmişimizi, arzularımızı, korkularımızı ve en kendimize bile itiraf etmek istemediğimiz yanlarımızı görerek ve hesapsızca dile getirerek kendimizi özgürleştirebiliriz. SPOTIFY.


Onurr – METHİYELER (Sony Music Türkiye)

Onurr müzisyenlerin müzisyenidir. İsmini hiç duymamış olabilirsiniz ama yazdığı şarkıları radyoda, dolmuşta, kafede, hatta maçta mutlaka duymuşsunuzdur. Çıkış yaptığı 2018 yılından tam 5 sene sonra Simge Sağın için yazdığı “Aşkın Olayım,” 2023’te Türkiye’nin en çok dinlenen şarkılarından biri oldu. Murat Boz, Hadise, Ebru Gündeş ve İrem Derici gibi isimler için şarkı yazması veya prodüktörlük yapması bir yana, birlikte çalıştığı Sezen Aksu bile onun bir bestesini kendi albümünde söyledi.

Bunların yanı sıra Onurr 2017’den beri, yazdığı şarkıları kendi sesiyle söyleyip albümler çıkarıyor. 2021’de çıkan albümü Ağlak Disko’nun isminden anlaşılacağı üzere, şarkıları hem duygulandırıyor hem de dans ettiriyor. Türkçe pop bu, kısacası. Ama düşünen insanın pop müziği bu. Hayranlarının yarısı onu solo müziğinden dolayı takip ediyorsa, diğer yarısı eski Onurr’u, yani Onur Özdemir’i seviyor. Çünkü Türkçe popun gizli silahı olmadan seneler önce Sakin adlı grubuyla Türkçe rock’ın en parlak yıldızlarından biriydi. Sakin, 1990’ların sonlarında Peyote gibi mekanlarda çalarken İngilizce rock cover’ları söylemeyi bırakıp özgün besteler icra etmeye başladı ve Zakkum, Gripin ve mor ve ötesi gibi o yıllarda Türkçe rock patlamasına sebep olan gruplardan biri oldu. Sakin’in şarkılarını Özdemir’in yazdığı 2008 çıkışlı Hayat albümü, bilen bilir, hala yerli rock’ın aşılamamış bir klasiğidir.

Sonra ne oldu da Onur Özdemir rock müziği bırakıp İzel ve Ayşe Hatun Önal için şarkılar yazan Onurr oldu? Kendi anlattığına göre başına Berlin geldi. Zira Erasmus programıyla Almanya’ya gidince elektronik dans müziği ve spesifik olarak endüstriyel techno ile tanışıyor. Böylece de Peyote tarzı müziği bırakıp Berghain müziğine geçiyor. İyi ki de geçmiş diyoruz, çünkü onun şiirsel şarkı sözleri ve etkileyici melodiler bulma konusundaki yeteneğinin pop müziğe uyarlanması bu müzik türüne büyük bir kazanç oldu. Onurr olarak inşa ettiği kariyerini hala reddeden (ve sadece Sakin Tribute konserlerine giden) rock muhafazakarları bu gerçeği reddetse de her iki kişiliğinin arasında şarkı yazarlığı açısından bir süreklilik mevcut.

Bu sürekliliği en net şekilde Onurr’un METHİYELER gibi solo albümlerinde görüyoruz. Bu proje için Beyoncé’den esinlenmiş. Nasıl ki Queen Bee Renaissance albümü için Amerikan siyah ve LGBTİ+ kültürlerinde önemli bir yeri olan Chicago house ve ballroom scene gibi müzikal evrenlerden ilham bulduysa, Onurr da bu albümde Amerika’nın, Türkiye’nin ve dünya müziğinin 70’lerine giderek “arabesk disko” diye yeni bir sentez icat ediyor. Mesela “Hürmet”te hızlandırılmış yaylılar arabesk lezzeti verirken şarkının house beat’i bizi dans pistine götürüyor. Arabeskin ve daha genel olarak alaturkanın bir klasiği olarak şarkı sözleri zalim ve amansız bir sevgiliye sesleniyor: “Hey unutma / Benimki de bir kalp, pamuklara gel sar / Dur bir dakika / Şansını bir fark et, hürmetini arz et.” Albüm boyunca kalbi kırılmış, yalnız ve yalvaran bir karakter görüyoruz. Ancak bizim anlatıcımız hüzünlü olduğu kadar şehvetlidir. Böyle bir hüzün-arabesk, arzu-disko ekseninde ilerliyor albüm.

Bu cesur cinselliği “Sonsuz” gibi şarkıların sözlerinde görüyoruz: “Hafızamda gülüşlerin, pek tabii ki öpüşlerin / Yaktı geçti güneş gibi, dilime sularını dökmeli.” Akustik gitar eşliğinde daha hafif bir havası olan duygusal house şarkısı “Güya” dışında, albümün renk paleti genelde karanlık. “Seyran-ı Bela”da ud, iç çekmeler, şaplak sesleri ve drum & bass’a yakın bir beat’i duyuyoruz. Daha avangard olan “Takat”ta ise modifiye edilmiş vokaller endüstriyel bir zikir havası veriyor. Şarkılarında kuir estetiklere yer veren Mabel Matiz ve Burakbey’de olduğu gibi, Onurr’da da cinsellik ile spiritüellik iç içe. “Döndüm ibret-i aleme” ve “an-ı fevkalade” gibi kalıplar Osmanlı Türkçesine göz kırparken, “Derbeder”in ezanvari açılışı ve “Takat”in “el-Fatiha” referansı hem dünyevi hem mistik bir atmosfer yaratıyor. Onurr’un şarkı yazarlığının gücü böylesi zıtlıkları (arabesk-disko, ruhsallık-cinsellik, rock-pop) yıkma kabiliyetinden geliyor. SPOTIFY.


Soft Analog – DANS İLLÜZYON (Apartment Disco)

İsmini bilmediğimiz ana karakterimiz, sevdiği bir insanla konuşurken onun giderek çirkinleştiğini ve bu tartışmada adeta kendisinin varlığını reddettiğini fark ediyor. Bu yüzden derin bir hüsran ve ürperti yaşarken, birdenbire şehirdeki herkesin canavara dönüştüğünü fark ediyor. Bu fantastik evrende yapayalnız halde kaçmaya ve bir şekilde hayatta kalmaya çalışırken, hem bu canavarlarla hem de kendisiyle ilgili aydınlanmalar yaşıyor.

Ankara çıkışlı synth-pop ikilisi Soft Analog’un ilk albümünün hikayesi bu şekilde başlıyor. The Flaming Lips’in bilim kurgu temalı albümü Yoshimi Battles the Pink Robots veya Barış Manço’nun fütüristik konsept albümü Yeni Bir Gün’ün küçük bir kuzeni gibi, Soft Analog’un ilk uzunçaları DANS İLLÜZYON da dinleyiciyi bir yolculuğa çıkarıyor. Albüm adeta çekilmemiş bir dizinin veya henüz yapılmamış bir bilgisayar oyununun soundtrack’i gibi. Elbette, bu albüm Gotham City veya Blade Runner’ın gelecekteki Los Angeles’ı gibi distopik şehirlere en çok yakışan müzik türünü kullanıyor: synth-pop.

80’lerde Pet Shop Boys, New Order ve muadilleri, Kraftwerk gibi erken elektronik müzik öncülerinin deneylerini daha pop bir formüle uyarladı. Aslında bir süredir She Past Away ve Jakuzi gibi yerli gruplar, synthesizer ve drum makinesi bazlı bu nostaljik alternatif pop tarzıyla Türkçe sözlü müzik yapıyor. Soft Analog da onların izinden gidiyor.

İdil Tavşanlı güzel sesiyle albümün anlatıcısı görevini üstlenirken, Ömer Çelik’in yarattığı disko groove’ları ve funk dolu synth-gitar-bas melodileri albüme fütüristik bir hava veriyor. Mesela “Tanıdık Bir Koku” ve “Beni Saran Bi’ Boşluk” kulağa ilk bakışta basit gelen fakat synth-pop kodlarını ustaca kullanan, özenle düzenlenmiş birer pop şarkısı. “CANAVAR”da grubun başka bir tarafını görüyoruz. Bir yeraltı müzik efsanesi olan Yamaç Yeşil’in prodüktör koltuğunda oturduğu bu şarkıda, ilk defa şehre musallat olan yaratıkların sesinden sözler duyuyoruz. Canavarı seslendiren Vaa adlı sanatçı, kahramanımızı şu şekilde tehdit ediyor: “Kaçsan bile ne önemi var / Seni arıyorlar ve de bulacaklar.” Bu anlatıcı değişikliğiyle birlikte rap ve -daha şaşırtıcı bir şekilde- Türk halk müziğinden yeni sonik öğeler devreye giriyor. Şarkıyı başlatan arabesk bağlama sample’ı akla ister istemez Soft Analog’un memleketi olan Ankara’yı getiriyor.

Benzer bir şekilde “Tuzak”taki arabeskvari yaylılar ve bağlama partisyonu bu müziğe Türkiye’den bir şey katıyor. Böyle bir etki sadece bu iki şarkıda görülse bile, grubun gelecek işleri için ilginç bir alaturka synth-pop sentezinin yolunu gösteriyor. “UYAN (Dibe İnen Aydınlanır)”da kahramanımız ruhun karanlık gecesinden aydınlığa çıkarken hikayemiz çözümlenmeye başlıyor. Son şarkı “DANS İLLÜZYON”da Şokopop’un kullandığı vokal modifier’a benzeyen bir alet ile konuşan Ömer Çelik, dinlediğimiz maceradan bir hisse çıkarıyor: “Değişimi kabul etmenin yolu, onun içine dalmak, onunla birlikte hareket etmek ve ‘dansına katılmaktır.’” Volüm ve yoğunluk açısından birbiriyle örtüşmeyen ve gerçekten de iki farklı insan tarafından mastering’i yapıldığı belli olan albümün intro’su (“Değişim İçin Tıkla”) ile birinci şarkısı (“Tanıdık Bir Koku”) arasındaki uyuşmazlık, maalesef bir an için dinleyiciyi kurduğu sihirli evrenden koparıyor. Yine de bu istisnaya rağmen, albümün belki de en güzel tarafı bütünlüklü bir evren yaratması. Bu açıdan baktığımızda, bazı şarkılar arasındaki geçişler (2 ile 3, 10 ile 11) bile aynı şarkı devam ediyormuş izlenimi vermek için tasarlanmış. SPOTIFY.


Yangın – PLASTİK (33 Q∴ S∴)

Türkçe rock bir süredir çıkmazda. Zamanında Duman ve mor ve ötesi’nin Batılı rock formülleri yerli melodiler ve duyarlılıklar ile ustaca birleştirmesinden bu yana, yeni nesil gruplar aynı sentezin daha arabesk bir taklidini ısıtıp ısıtıp önümüze koyuyor. Böyle bir ortamda Yangın gibi bir grup bize olası bir çıkış yolu sunuyor. Peki onlara kulak veriyor muyuz?

2019 yılında kurulan Yangın’ın kökleri önceki kuşakların lokal sentezine değil de post-punk geleneğine uzanıyor. Nasıl ki 60’larda psychedelic rock tam da Hint ve Orta Doğu müziklerinden beslendiği için Erkin Koray gibilerin buraya kolayca uyarlayabildiği bir akım olduysa, post-punk’taki minör ağırlıklı ve ‘dissonant’ sound da bizim melodi anlayışımıza gayet uygun. Buradan hareketle Yangın’ın yeni albümü boyunca işittiğimiz, Mission of Burma’yı andıran bir sound ile gitarda Efe Sunlove ve Bora Yavrucuk’un ve basta Sarp Taha Gürkan’ın sert riff’leri Türkçe rock açısından hiç de sakil durmuyor. Fakat bu 11 şarkılık uzunçalar PLASTİK’i, grubun 2021’de çıkan EP’sinden ayıran şey bu yeni albüme eşlik eden pop duyarlılığı. “Bir Yaz Daha Bitti” adlı şarkıda olduğu gibi yer yer dinleyiciye The Strokes’u çağrıştıran bu parıltı, Yangın’ı Türkçe punk gettosundan çıkarıp ana akım rock’a yaklaştırıyor. Yeraltından gelen ilhamı ve popvari melodileri ‘bizden’ bir anlayışla bu denli başarılı bir senteze kavuşturmakta, albümün prodüktörlüğünü üstlenen Taner Yücel’in payı büyük.

Grup üyelerinin arasındaki uyum da yadsınamaz bir faktör. Ege Soydan’ın sekmeyen ritim anlayışı sayesinde, Yavrucuk ile Sonlove’ın akılda kalıcı synth ve gitar riff’leri ve Gürkan’ın bastaki müthiş kıvraklığı pekişiyor. Theo Kaya’nın güçlü ses ve kaleminden de bahsetmek gerek. Mesela albümün inkar edilemez zirvesi olan “Arabesk”teki yalın nakarat “Herkes gitse de ben buradayım bu gece” bize hissettiriyor ki bu şarkıyı, Duman’ın “Bu Akşam” veya Yüksek Sadakat’ın “Haydi Gel İçelim” şarkılarının daha karamsar bu akrabası olarak görebiliriz. Şarkıdaki verse’ler arasındaki paralel dizeler, ileride muhtemelen bir klasiğe dönüşecek bir şarkıyı işaret ediyor bize: “Hayat kısacık bir film gibi / Ne kadar çok hatırlanırsan o kadar iyi” ve “Hayat küçücük bir şehir gibi / Ne kadar sık kaybolursan o kadar iyi.” Kendi duygusallığından utanırcasına şarkının ismini “Arabesk” koyan ironi anlayışı da ayrıca hoş. Şarkı sözleri ne kadar içli olsa da (albümdeki ana temalar arasında utanç, arzu, çocukluğa dönme isteği ve özlem var) bu duygusallık hep bir mesafe ile terbiye edilmiş görünüyor. Bu sayede albümün bir diğer hit’i olan “Pembe Tatlı İftira” şarkısında geçen “Hepimiz biraz olsa da sevgiye muhtacız” sözü ikna ediciliğini koruyor. Aşktan daha zor üstesinden gelinecek bir konu varsa o da politika. Nitekim yoksulluk, haciz ve seçimler gibi konulardan bahseden “Elektrik” şarkısı adeta apoliktiklikle ve faşizan bir yanlış bilinç ile lanetlenmiş bir neslin tasvirini veriyor: “Jenerasyonumun yarısı / Fanatik kararlarını / Her gün elleri cepleri delik / Paltolarında veriyor.” Şarkının nakaratı ise ağır bir ekonomik kriz ve siyasal ümitsizlikle cebelleşen herkesin hak verebileceği bir slogan sunuyor: “Daha ölmemiş olsam da / Ben pek yaşamıyorum.” SPOTIFY.


Tüm Best of 2023 listeleri BURADA.

Best of 2022 BURADA.

Kenan Behzat Sharpe

Akademisyen, gazeteci, basçı. Edebiyat alanındaki doktora derecesini 2019 yılında University of Californa'dan aldı. The Washington Post, Al-Monitor ve Duvar English gibi mecralarda yazılar yayınlıyor. Medyascope'ta Pop & Politics isimli haftalık kültür-sanat programının sunucusu. Anadolu Rock müziği ve 1960’larda Türkiye’de toplumsal hareketler üzerine ilk kitabını yazmakta.

Kenan Behzat Sharpe 'in 3 yazısı var ve artmaya devam ediyor.. Kenan Behzat Sharpe ait tüm yazıları gör

Avatar photo

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir