Aynı Müziğin Farklı İki İnsanı Benzeştirmesi
Kendimizi tam etmek için başkalarıyla iletişim kurmaktan korkmadan, bir bütün olarak yaşamak hissinin peşinden nefesimiz kesilene kadar koşarak bunu arar dururuz. Bu arayış sırasında içimizdeki gürültü ile dışarıda olan gürültü çarpışır. Kendimizi bırakmak zorlaşır ve geçip giden yaşamın farkına varamayız. Böyle zamanlarda ve durumlarda müzik eşlik eder bize. Müzik durup bakmamıza, tadını çıkarmamıza ve en önemlisi kendimizi kısa bir an için bile olsa yaşamın akışına bırakmamıza yardımcı olur. İşte belki o zaman gerçekten yeryüzü tanığı haline geliriz. Çünkü müzik başka zamanların arasındaki mesafeyi daraltabilir, başka uzaklıktaki mekânlarda yaşayan iki insanı aynı hissiyatların içinde uçuşturabilir ve bu iki insanı aynı zemine oturtabilir ya da aynı çizgide yürümelerine imkân sağlar. Bu hissiyatı buram buram hissettiğim bir film hakkında yazmak istedim.
Krzysztof Kieślowski kendisi hakkında “içsel hayatlar benim ilgime çekiyor” der. Filmlerinde içsel hayatları anlatırken müziğin önemini hiçbir zaman yadsımaz. Çoğu zaman müzikle karakterlerini bulundukları durumun içine hapseder ya da o müzikle karakterlerine bir çıkış yolu sağlar. Besteci Zbigniew Preisner ile yaptıkları iş birlikleri her zaman unutulmaz olmuştur. The Double Life Of Veronique filmi ve müziği benim favorilerim arasında. Bir sonraki yazımda Üç Renk üçlemesinden Mavi filmini yazmak istiyorum. O yazı gelene kadar bu yazıyı okumanızı isterim. Ve yanında The Double Life Of Veronique filmi için Zbigniew Preisner tarafından yapılan soundtrack albümünü açmanızı rica ediyorum. Özellikle Van den Budenmayer: Concerto en mi mineur – SBI 152 – Version de 1798 şarkısını tavsiye ederim.
İki Karakter Birbirine Müzikle Bağlıdır
“Koro Kızı, Bitmemiş Kız, Tek Başına Birlikte ” gibi isim fikirleri sonrası The Double Life Of Veronique adına karar verilen film, hayat ve ölümün tüm ikirciliğiyle duyarlılık, önsezi ve insanlarla ilişkilerin çatısı altında kimlik sorununa odaklanır. İki hayat hakkındadır film. Fiziki olarak aynı olmasına rağmen, başka bir yerdeki hayat ile buradaki hayat hakkındadır. Weronika ile Veronique kendini tamamlayacak olanı, aslında öteki yanlarını arayan iki insandır. Bu dünyada yalnız olmadıklarını biliyorlar ve hissediyorlardır. Weronika Polonya’da, Veronique Fransa’da yaşamaktadır. Bu yanıyla birlikte olmayı özlemekle ilgilidir film. Bir var oluş içerisinde yalnız olunamaz ve yalnız kalınamaz.
Film baş aşağı bakan bir çocuğun bakışıyla açılır. Yine ilerleyen sahnelerde Weronika bir kürenin içinden geçip giden evlere bakar. Evlerin çatıları baş aşağıdır. Krzysztof Kieślowski, baş aşağı bir dünya tasviri yapar. Dünya üzerimize yıkılmak üzere! Yalnız olmamayı ya da yalnız hissetmemeyi, bağ kurmayı bu yüzden isteriz. Birbirinden haberleri bile olmayan bu iki insan, bir şekilde birbirlerinin hayatlarını etkileyeceklerdir. İki karakter doğanın dokunuşuyla yeryüzünde birbirlerine bağlanırlar.
Weronika babasına: “İçimde garip bir his var. Sanki yalnız değilmişim gibi” der. Bunu bilmek isteriz. Korkumuzu, kaygılarımızı başkalarının da yaşadığını bilmek isteriz. Bizden önce birileri bunları yaşamıştır. Bizden önce denemiş, istemiş, kafa yormuş, iyiyi kötüyü deneyimlemiş, tercihte bulunmuş insanlar vardır. Gündelik hayatımızı devam ettirebilmek için, bu reflekslere sahip olmak için bu bilginin korumacılığına ihtiyacımız vardır. Denenmiş olandan, tecrübe edilmiş olandan faydalanmak iyi fikirdir.
İki karakter birbirine müzikle bağlıdır. Weronika, bir konser sırasında performansını gerçekleştirdiği sırada yaşamını yitirir. Veronique’in hayatı da bu noktadan sonra değişmeye başlar. Weronika ölünce, Veronique kendini yalnız hissetmeye başlar. Yastaymış gibi hisseder. Bir yitirişle hayatına devam eder. Dolayısıyla her zamankinden daha fazla bağlanır yaşama. Aslında Weronika ‘nın ölümü Veronique için bir çağrıdır. Bir diğerinin tecrübe ettiği diğerinin bilgisi olur.
Hikâyenin Polonya kısmı; daha hızlı, daha değişken ve zamanı belirsizdir. Fransa kısmı ise daha işlenmiş ve daha sakin ilerler. Zamanın akışı tasavvur edilebilir. Filmin içerisinde Dünya’ya bir pencerenin ardından bakma, gözleme fikri sık sık işlenir. Krzysztof Kieslowski bu konuda şunu söyler: “Ben pencereleri ve insanların pencerelerden baktığı sahneleri çekmeyi sürdürüyorum. Bence orası güvenli yer.” Kendini güvene almak için; dışarıda olana, öteki olana bir şeylerin ardından bakmak iyi çözümdür. Krzysztof Kieslowski ‘nin rastlantılar ve nedenselliklerle yoğurdu filmi, senaryosunun orijinalliği ve Renk Üçlemesinin son halkası olan Kırmızı’da oynayan Irène Jacob’un iki karakteri de son derece inandırıcı bir şekilde oynamasıyla dikkat çekiyor.
Hayatta Bir Şey Kaybettiğimiz Zaman İçimizde Bir Tür İyimserlik Ararız
"Eksik hep orada. Hepimizde, yaşamımızın her anında. O eksiğin ruhumuzda açmış olduğu gediği doldurmaya çalışarak yaşıyoruz. Bazen bundan bir başkasını sorumlu tutarak, bazen o gediği bir başkasındaki bir fazla ile kapatmaya çalışarak. Başaramıyoruz tabii ki, ama iyi de oluyor: Böylece başkalarıyla ilişki kurmayı beceriyoruz. Hiçbir eksiğimiz olmasaydı başkalarına ne ihtiyacımız olurdu ki? Yani kısacası eksiklerimiz sayesinde toplumsal varlıklarız biz. Ama bu, eksiğin bize acı vermesini, huzursuz etmesini engellemeyecek" - Bir Şeyler Eksik: Aşk, Cinsellik ve Hayat Hakkında Bilmek İstemediğimiz Şeyler, Bülent Somay
Hepimiz doğduk ve öleceğimizi de biliyoruz. Bu yanıyla birbirimize çok benzeriz. O yüzden benzer kaygılar güderiz. Bunun yanında tekil ve ayrı hikâyelerimiz de yaşanmaya devam ediyor. Yaptığımız her şeyin özgün ve biricik olduğunu düşünürüz. Başkalarına benzemek nasıl bir şeydir? Çok bilmek istemeyiz bunu. Bilmek istediğimiz zaman gidip baktığımızda başkalarının aynası olduğumuzu fark ederiz.
Hayatta bir şeyi kaybettiğimiz zaman içimizde bir tür iyimserlik ararız. Daha çok bağ kurup, daha fazla anlam ifade edecek şeylerin peşine takılırız. Hayatımız boyunca başka yerdeymiş gibi hissettiğimiz durumlarla karşılaşma ihtimalimiz var. Bedenimiz buradadır, ruhumuz başka yerde. Durum ve olaylar bizi bazı zorunluluklar içine soksa da başka yerde olmayı, başka biçimde düşünmeyi düşleriz. Çünkü hislerimiz, duygularımız var olmaya devam eder. Ondan sıyıramayız kendimizi, sıyırmamalıyız da.
Krzysztof Kieslowski bu konuya denk düşecek şu cümleleri kurar: “Ben özgün olmak istiyorum diyebilirsin ancak kendinizi hislerinizden nasıl özgür bırakabilirsiniz? Onlarsız yaşayamayız herhalde; bu da doğallıkla özgür olmadığımız, kendi duygularımızın esiri olduğumuz anlamına gelir.” Bundan dolayı hislerimiz, duygularımız, kişiliğimiz, takıntılarımız bizim kabuğumuzdur. Onlarsız özgün olmak mümkün değil. Kaçtığımızda, gittiğimizde o kabuk bize yurt olur. Başka diyarlarda başka durumlarda o yurt sayesinde bir sonraki güne uyanıp, yaşamamıza devam edebiliriz.